YEMEZ İÇMEZ BABA
Yaşanmış gerçek bir hikaye... hikayede geçen köy ve şahıs isimleri gerçek değildir.
1950’li yılar... ülke nüfusunun yarısından fazlasının köylerde tarım ve hayvancılıkla geçinmeye çalıştığı yılar... Köylerin çoğunda elektrik, araç yolu, okul yoktu. bir çok köyün içme ve kullanma suyu dahi bulunmuyordu. İnsanların çoğu, bir yıl boyunca çalışıp didindikleri halda geçimlerini sağlamakta zorlanıyorlardı. Herkes gün aydınlanmadan işe başlayıp hava kararıncaya kadar çalıştıkları halde özellikle ülkenin doğusunda bulunan köylülerin çoğu fakirdi, yoksuldu, geçimlerini zar zor sağlayabiliyorlardı. Arazilerinin tamamına yakın bölümü kıraç tarlalardan oluşuyordu. Tarlalar karasabanla sürülüyor, ekinler orakla biçiliyor, harmanlara taşınan ürünler düvenle ezildikten sonra günlerce savrularak tane ile saman birbirinden ayrıştırılıyordu. İnsanların çoğu, hastane ve doktor yüzü görmemişti; hastalarını kocakarı ilaçlarıyla iyileştirmeye çalışıyorlardı. Kocakarı ilaçları çare olmadığında mılla veya dedelerin dualarına sığınıyorlardı.
Ortanca köyü: bozkırın ortasında, 40-50 haneden oluşan bir köydü. Bu köyde yaşayan insanlar dedelerinden, hatta dedelerinin dedelerinden günümüze hep bu kerpiç dam evlerde oturmuşlardı. Bu köyde ne okul, ne araç yolu, ne de elektrik vardı. Köyün içme suyunu karşılayan bir çeşme ve çeşme başında bulunan birkaç dut ve kavak ağacı dışında köy içi ve çevresinde, tek bir ağaç ve yeşillik görmek mümkün değildi.
Köyün girişindeki ilk evin sahibi Mustafa, eylül ayının çok sıcak bir günü oturduğu dam evinin gölgeliğinde tavukları yemliyordu. Avucuna koyduğu yemi çevresinde dolaşan tavukların önlerine serpiyor, tavuklar önlerine atılan yemi gagalayıp bitirdikçe başlarını kaldırıp “Daha var mı?” dercesine Mustafa’nın ellerine bakıyorlardı. Mustafa çevresindeki tavukların bu garip davranışlarına dalıp gitmişken, başını kaldırdığında 45-50 yaşlarında bir adamın karşısında dikilip durduğunu fark etti. Saçı sakalı uzamış bu garip adamın, omuzunda göz alıcı renklerle dokunmuş bir heybe bulunuyordu. Bu güne kadar karşılaşmadığı bu adamı karşısında görünce şaşırarak elinde kalan son yemleri de tavukların önüne serpiştiriverdi. Ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemez halde adamı süzerken, komşu evlerden de bir kaç kişi bu garip adamı meraklı bakışlarla süzmeye başlamışlardı. Adam bu köylü değildi, komşu köylerden bir tanıdığa da benzemiyordu. Bu köye en yakın köyden gelecek biri dahi ya eşekle veya atla buraya gelebiliyordu. Oysa bu adamın binip geldiği bir binek hayvanı yoktu; bu kadar yolu yaya gelmesi mümkün olmadığına göre bu adam, köye nasıl gelmişti? Kimdi, kime gelmişti? Adamın karşısında dikilip durmaya devem ettiğini görünce sordu:
“Hoş geldin, sefalar getirdin. Seni tanıyamadım, kimsin, kimlere geldin?”
“Ben uzaktan geliyorum çok yorgunum, geceyi geçireceğim bir yer arıyorum,”
“Bu köye tahsildarlar ve jandarmalar dışında kimseler uğramaz, geliş sebebin ne?”
“Ben bir dervişim köyden köye gezerim”
“Nerden gelip nereye gidersin”
“Geldiğim yer de gideceğim yer de belli değil, yol beni nereye götürürse oraya gidiyorum.”
Adamın söyledikleri Mustafa’nın ilgisini çekmişti.
“Madem geldiğin ve gittiğin yer belli değil, köyden köye dolaşan bir dervişsin bu gece seni misafir edelim” dedi. Ardından hanımına seslendi:
“Zehra, bakraçla su getir de misafirimiz ellerini yüzünü yıkasın.”
Az sonra bakraçla su getiren karısı adamın ellerini ve yüzünü yıkamasına yardımcı olduktan sonra gidip içeride bir minder alıp getirdi.
Mustafa minderi göstererek:
“Anlaşılan uzun yoldan gelmişsin yol yorgunusun otur dinlen.”
Gelen misafir duvar dibindeki mindere oturur oturmaz Mustafa, uzaktan kendilerini meraklı bakışlarla gözetleyen karısına seslendi.
“Zehra, misafirimize destiden bir tas su getir.”
Adam elini havaya kaldırarak:
“Su getirmeyin, içmiyorum,” dedi ve devam etti:
“Bana bazı şeyler malum oluyor, seni gördüğümde içinin dışın gibi temiz olduğunu anladım; bu yüzden senin karşına dikildim. Beni geri çevirmeyeceğini biliyordum.”
Mustafa ve hanımı akşama kadar misafirleriyle ilgilendiler, akşam saatlerinde ailenin tüm fertleri toplandığında akşam yemeği hazırlandı ve herkes hazırlanan yer sofrasına çağrıldı. Yer sofrasının çevresine aile fertleri oturmadan önce misafirlerini davet ettiler, o:
“Ben kendimi bildim bileli yemek yemiyorum, su içmiyorum. Bu yüzden her gittiğim yerde bana Yemez İçmez Baba diyorlar,” dedikten sonra gidip pencerenin önünde bir köşeye oturdu. Ayakta bekleyen aile bireyleri şaşkın şaşkın bu garip adama bakıyor, söylediklerinde neyi kast ettiğini anlamaya çalışıyorlardı. Mustafa dayanamadı.
“Hiç bir şey yemeden içmeden ayakta kalman mümkün mü?”
“Bu Allah’ın bir hikmeti!”
Mustafa şaşkındı, ne söyleyeceğini bilmez haldeydi. Bir an kendini toparlayarak:
“Haydi herkes sofraya” deyiverdi. Tüm aile yer sofrasının etrafına oturdu ve karınlarını doyurmaya çalıştılar. Onlar yemeklerini yerken misafir yanında getirdiği heybesinden kalın ciltli bir kitap çıkardı ve sofradakilerle ilgilenmeden kitabı aralayıp okumaya başladı. sofraya oturanlar bir yandan karınlarını doyurmaya çalışırken bir yandan da bu garip adamı dikizleyip duruyorlardı.
Sofra kaldırıldıktan sonra odada Mustafa misafiriyle baş başa kaldığında bir süre ne söyleyeceğini bilemedi. Adamın elinde okuduğu veya okur gibi baktığı kitaba uzun uzun bakıp durdu. Sonunda merak ettiği bazı soruları sormaya karar verdi.
“Yemez İçmez Baba, sen köyden köye dolaşmak dışında ne işlerle uğraşıyorsun?”
“Ben gittiğim köylerde dertlerine çare arayan insanlara yardım ediyorum.”
“Nasıl bir yardımda bulunuyorsun?”
“O insanlar gelip dertlerini anlatıyorlar ben de dualar okuyarak onları dertlerinden kurtarıyorum, daha büyük sıkıntısı olanlara Muska yapıyorum.”
Mustafa şaşkındı. Yoksa bilmeden Hızır Aleyhi selam hazretlerini mi evlerine misafir etmişlerdi. Misafir bir süre sonra köy hakkanda Mustafa’ya bir kaç soru sordu. Mustafa köyü, köydeki sorunları, köyde sorunları olan insanları anlattı. Köyde erken yatılıp erken kalkılıyordu, misafirine:
“Biz erken yatıyoruz, sen de yol yorgunusun yatağını hazırlayalım yatıp dinlen.”
Misafirin yatağı hazırlandıktan sonra Mustafa:
“Allah rahatlık versin, evlerimiz toprak ev... sıklıkla olmasa da yılda bir iki akrebe rastlıyoruz, bazen de yataklarımıza kadar gelip bizi sokuyorlar, inşallah size dokunmazlar.”
“Siz kaygılanmayın ben yılan ve akreplere karşı efsunluyum. İsterseniz efsunlu muskalarım var,” dedikten sonra heybesinden iki muska çıkarıp Mustafa’ya uzattı.
“Bu muskaları boynunuza takın, size ne yılan, ne de akrep yaklaşır.”
Herkes yatağına uzanıp uyudu. Sabah kalktıklarında misafirleri:
“Sağ olun beni misafir ettiniz, yolcu yolunda gerek ben artık gideyim” dediğinde Mustafa karşı çıktı.
“Birkaç gün daha burada kalın, köylülerimiz o mübarek adamı görüp dertlerini anlatmak istiyorlar. Ne olur gitme...”
“Madem gitmemi istemiyorsun, bir iki gün daha kalayım.”
O gün ve sonraki günlerde Yemez İçmez Babanın kerametleri köy içinde yayılınca toplanan köylüler birbirlerini iterek ona ulaşmaya çalışıp sıkıntılarını anlatıp derman aradılar. Köylüler cahildi, fakir insanlardı, zavallı ve kimi hastaydı, sakattı ve hemen herkes batıl inançlara sahipti. Bu adamın vaad ettikleri küçümsenir şeyler değildi, dertlerinden kurtulmak için önlerine gelen fırsatı kimse kaçırmak istemiyordu.
Kendini Yemez İçmez Baba olarak tanıtan bu garip adam: köyde sorunları olanlara okuyup üfledi, muskalar yaptı. Rahatsızlığı olan köylülerden bir kaçına:
“Size birileri kara büyü yapmış, şu muskayı al kapı eşiğinin altına koy; kısa sürede bu dertten kurtulursun” dedi. Orada bulunanlardan biri:
“Kara büyü neyin nesi ki acaba?” diye sorunca o izah etmeye çalıştı.
“Bu çok kötü bir büyü, ancak düşmanlar bu büyüyü yaparlar. Bu büyüyü yapanların malınıza, mülkünüze, hayvanlarınıza, hatta canınıza garezleri var.” Orada bulunanlar birbirlerinin yüzüne bakarak bu denli nefret eden düşmanların kimler olabileceğini bulmaya çalışıyorlardı.
Köyde herkes bu ermiş adamın gökten düşercesine köylerine gelip konmasından memnundu. Fakat o bu köydeki görevinin bittiğini söylüyordu. Köyde kaldığı süre zarfında bir şey yememiş içmemişti. Köye gelişinin dördüncü günü ev sahibine:
“Benim buradaki görevim bitti. Ben bu gün yola çıkacağım, sen tavuklarından birini kes kızart, beş alta tane de ekmek hazırla getir. Yolda karşılaşacağım aç, muhtaç insanlara dağıtayım da üzerinizdeki kada-belaları alsın” dediğinde, ev sahipleri hemen onun söylediği siparişleri hazırladılar.
Adamın siparişleri tamamlanır tamamlanmaz kendisini uğurlamaya gelen köylülere veda ederek düştü yola. O yola çıkmadan köylülerin ballandıra ballandıra anlattıkları Yemez İçmez Babanın ünü köyden köye yayılmıştı bile. Her gittiği köye ünü ondan önce varıyordu. Bu garip adam her uğradığı köyde üç, bazen dört gün kalıp çıkıyordu yola. Bu yolculuk ne kadar sürdü bilinmez, günün birinde Yeşilbahçe köyüne uğradı. Yemez İçmez Babanın geldiğini duyan köylüler ellerine yapışıp öperlerken onu misafir etme yarışına girdiler.
Yeşilbahçe köylüleri de tarım ve hayvancılıkla geçiniyorlardı. Bu köyde de geçim sıkıntısı vardı ama yemyeşil bahçeleri, ter temiz suları vardı. köyün elektriği, araç yolu yoktu ama köylülerin işbirliğiyle yaptırdıkları okulları vardı; okuldan mezun olan bir çok öğrenci farklı şehirlerde öğretime devam ediyorlardı. Yemez İçmez Babanın gelişinden rahatsız olan okul görmüş iki genç, kendi köy insanlarına ve özellikle akrabalarına:
“Bu adam bir sahtekar, bir insanın yemeden içmeden yaşaması imkansız,” diye söyleniyorlardı. Fakat gençlere yakın akrabaları dahi inanmıyordu. Görüştükleri herkes onlar için cahil (Genç, gün görmemiş), itikatsız diyorlardı. Bu ermiş kişi köyde üç gün kaldı, kaldığı süre boyunca gençler sürekli onu gözetim altında tuttular. Onu misafir eden köylüler ise mutlu olmuşlardı. O, gideceği gün misafir olduğu aileden bir tavuk kızartmalarını isteyince, ev sahipleri tavuklarının olmadığını söylediler. Buna rağmen ev sahipleri misafirlerini boş göndermeyeceklerdi. Yola çıkmadan evin hanımı ekmek pişirdi, sekiz on ekmek ile bir kaç dilim peynir ve bir miktar tereyağı, domates ve salatalıktan oluşan bir çıkını hazırlayıp adamın heybesine yerleştirdi. Yoluk hazırlanınca Yemez İçmez Baba çıktı yola. Gençler de ona gözükmeden takibe aldılar. Adam köyün bir hayli dışına çıktıktan sonra bir ağacın gölgesine oturdu, onu takip eden gençler de sezdirmeden ona yaklaştılar. Adam, misafir olduğu ev sahibinin hazırladığı çıkını açarak karnını doyurmaya çalışırken onu takip eden gençler gizlendikleri yerden çıkarak onun karşısına dikildiler.
“Be sahtekar, bir insanın yemeden içmeden ayakta durması mümkün mü? Sen daha ne kadar bu cahil insanları kandıracaksın?” diyerek yakasına yapıştılar.
Adam, çok kötü bir durumda yakalanmıştı; yalan üzerine yalanlar sıraladı ama gençler onu kolundan tutarak sürükleyip ayrıldığı köyün meydanına getirdiler.
“Bu adam bir sahtekar, biz kendisini takip ettik; köyden ayrıldıktan sonra oturup karnını doyurdu. Gelin tükürün bunun yüzüne...” dediler ama köylüler kendi aralarında homurdanarak gençleri inançsızlıkla suçladılar.
Gençler yanılmadıklarını anlatabilmek için saatlerce dil döktüler. Fakat onlara kimse inanmak istemiyordu. Gençler, bu adam köye geldiği gün “Bu bir sahtekar” demişlerdi ve sahtekar olduğunu da ispat etmişlerdi. Fakat bir türlü onun sahtekar biri olduğunu köylülerine kabul ettiremiyorlardı. Kolundan tutup köye getirdikleri sahtekar Yemez İçmez Babayı daha fazla tutmanın anlamı yoktu. Serbest bıraktılar onu, gençlerin elinden kurtulan adam koşarcasına köyü terk etti.
Yemez İçmez Baba gitmişti ama Yeşilbahçe köylülerinin birçoğu onun bir ermiş olduğunu, birkaç kişi de onun sahtekarın biri olduğunu aylarca tartışıp durdular.