Soyunuk İnsan Zinciri
Yatılı öğretmen okullarında öyle yetiştirdiler ki her hal ve hareketimizle örnek kişi, moda ifade ile “rol model” olacaktık, buna mecburduk çünkü Cumhuriyeti kuran irade bizden bunu istemişti; “Vicdanı hür, irfanı hür nesiller” yetiştirmek gibi zor bir görevimiz vardı. Bu, ağır ama o kadar da onurlu bir görevdi, başarmak zorundaydık, başka alternatifimiz yoktu, öyle yetiştiğimiz için yolu-yolağı, ışığı-suyu, öğretmeni olmayan o mahrum bırakılmış köye yollanmıştık. Bu ruh ve görev bilinci “İlk Öğretmen Okulu” tabela kimlikli devlet yatılı okullarında verilmişti. Cumhuriyete, devlete, Türk milletine borcumuz vardı.
***
Bazen katır sırtında çoğunlukla patika yollardan yaya yürüyerek vadileri, dağları aşarak vardığımız köy ilk mektebi öğretmenliğine “Katolik nikâhlı birey” olarak bağlandık. Aklına estikçe köyden ayrılıp kasabaya-şehre inmek, sağda solda savsaklamak babında eğlenmek yoktu, aklımıza bile getirmezdik. Sonra şehre gidip ne yapacaktık ki?
Aydan aya aylık almak için, aylıktan karşılanmak üzere okulun biten tebeşirini, olmayan öğretmen masası örtüsünü, sınıfın penceresine pazenden perdesini ve en önemlisi çalışkan öğrencileri teşvik için onlara resimli kısa hikâye kitaplarıyla gerisi silgili kurşun kalem ve iki tarafı farklı renkli kalemler alıp onlara başarı armağanı vermek…
Bir de abonesi olduğun “Tarih Konuşuyor” dergisinin aylık sayısını ve transistorlu radyoya pil almak için ayda bir kez belki gidilirdi şehre.
Şimdilerde hemen hemen herkesin cebinden bulunan, birden fazla ne kredi kartı ne ödenecek taksitler ne de başka bir şey vardı elimizde… Tek ihtiyacımız; varsa yeni çıkan kitaplar, hava su kadar dimağımızın gıdası kitaplar...
***
Metrelerce yağan karın, derelerin geçilemeyecek kadar sellerle dolu olduğu mevsimde şehre inmek zaten hayal olurdu çünkü köyde “kapan” olurduk. Yağan yağmurlarla taşan derelerin yatağı, erozyonla aşınan tarım alanlarının, tarlaların, bahçelerin, ormansız meraların alınlarında yarıklar oluşurdu. Bu toprak erozyonunun zararlarını dolayısıyla çoraklaşan vatan toprağının ağaçlandırılması için köylünün son baharda hayvanlara kestiği meşe ağacı dallarındaki palamutları zayi etmemelerini söyleyerek onları yazı yavana rast gele toprağa gömüp yeni meşeliklerin oluşmasına öncü olmak vardı. Bu durumu başaran işte o gerçek öğretmenlerdi. Aşınan toprağın, erozyona uğrayan tarlaların, bahçelerin korunması için yeni kültür orman alanlarının oluşturulmasına öncülük eden Cumhuriyet öğretmeni...
***
Dahası, kış aylarında kasaba yolu kapalı olunca köydeki öğretmen ne yapmalıydı ki köylüye yararlı olsun…
Karda kışta kasabaya inilmeyeceğine göre köyün okuryazar olmayan her yaştaki olgun gençlere gece dersleriyle “okuryazarlık kursu” açar öğretmen. Kış mevsiminde işi gücü az olan köylü için de iyi bir fırsattı.
Kasabadan son dönen muhtar getirmişti haftalarca bekleyip biriken gazeteleri, onları sırayla okuyacak, tefrika olarak yayınlanan roman-hikâyeleri takip edip inceleyecek onun için de zaman çok değerliydi.
***
Köyden kasabaya kış mevsiminde inmek cesaret ister, hele ki Doğu Anadolu’nun haşin coğrafyasının bir dağ köyünde öğretmenseniz… Metrelerce yağan karın karasal her şeyi gizlediği bembeyaz kar denizinde yol-iz bulmak hiç kolay değildir. Yüksek dağlar ve uzun boylu kavakların, ağaçların olduğu arazi parçaları yol bulmak için işaret fişeği görevini yapardı. Mutlaka rehber köylüler eşliğinde karda batmayan özel kar ayakkabısıyla yola çıkılırdı ki o kar ayakkabısı çok özel yapılardır.
Doğu Anadolu’nun karlı dağlarında kışın yürüyebilmek ve metrelerce kara batmamak için kasnağı yaş iken kıvrılan ladin ağacından, ara çubukları söğüt dallarından oluşan iskeletin, sığır ya da tek toynaklı hayvanların derisinden elde edilen kayışlarla örülmüş yayvan bir yapıdır kar ayakkabısı. Bu nesne, ayağa giyilen ana giysiye monte edilerek kullanılır. Bu kar ayakkabısının yardımıyla metrelerce kara batmadan yürünür. Ayrıca, yola çıkıp özel yapılı kızakla yola devam etmek bazen uzun saatler alır, bir günü süren yolculuklar bile vardır. Acil hastalar, doğum sancısı çeken taze gelinler bu kızaklarla şehre ulaştırılır. Karlı dağlardan yürürken muhtem0el “çığ” tehlikesini düşünmek zorundadır o öğretmen. Köylüyü tembihler, çık tehlikesi olan alanlardan geçerken sessiz olmak, tüfek sesinden sakınmak gerekir. Patlayan bir tüfek sesi yankıyla kar kitlesini harekete geçirebilir.
***
Hoş ,günümüzde karlı dağları kızakla aşan Oğulcan öğretmenin yaşadığını acaba yaşayan öğretmen var mı ki? Olduğunu hiç sanmıyorum çünkü köy okulu kalmadı. Bu şansız ülkemin başına öyle bir felaket geldi ki yok edecek mahir el bekleniyor!
Doğu Anadolu’nun sarp dağlarını aşmak kadar olmasa da Batı bölgelerin yüksek kesimlerinde görev yapan öğretmeni bekleyen en büyük tehlike, mevsim yağışlarıyla coşan küçük çaplı ırmakları geçme zorluğudur. Orada ne asma ne de beton köprü vardır. Köyden kasabaya inmek zorunda kaldığında köylü yardımıyla ancak o coşan ırmağı geçebilirdi öğretmen.
***
Irmaklar, coşan çaylardan nasıl geçildiğini yaşayan bilir ancak... Dağların karları eriyince yağmurlarla birlikte yazın “kuru” bilinen dereler, çaylar, ırmaklar coşar da coşar. Köylü kafilesiyle coşan ırmağı geçebilmek köylünün bulduğu bir yöntem vardı, çaresizlik çare üretir gerçeğinin yansımasıdır bu. Geçilecek ırmağın kenarına gelinir, herkes don gömlek soyunur, tüm esvaplarını, çarıklarını varsa postallarını bohça şekline getirmek için açılmış işliğine sarılır, bağlar ve bir eliyle başının üzerinde tutar. Diğer eliyle kafilenin oluşturduğu insan zincirine tutunur ve çayın-ırmağın yatağına ilk temasla ayaklar sürterek, adımlayarak değil, çok dikkatli ve yavaş ilerler insan zinciri. Dere yatağından adım atanı su alabora edebilir, herkes dikkatlidir. El ele tutunarak, ayaklarını sürerek suyun zem yatağına ve nehir ya da çay böyle geçilir. İşte bu da en az karlı dağlardan kasabaya ulaşmaya çalışan öğretmenin çektiği zahmet kadar zor ve tehlikelidir. Bunu yaşayan ve başaran nesli tükenmiş Cumhuriyet öğretmenleriydi…
***
Coşan ırmağın soğuk sularına kapılmadan bir kıyıdan öte kıyıya geçebilmek için soyunuk insan zinciri ile geçilen Pertek yakınlarındaki Murat ırmağı üzerinde Cumhuriyetin yaptığı betondan köprü, 17 Kasım 1937’da Gazi Paşa tarafından açılışı yapılırken, köylünün biri; “…Biz soyunarak ırmağı geçeriz, üşürüz, hatta boğuluruz da… Paşa Hazretlerine duacıyız…” dedikten sonra Atatürk; “…Bundan böyle soyunarak değil, sinerek geçersiniz ve köprünün adı da Singeç Köprüsü olsun...”
O günden sonra Pertek’i Hozat’a bağlayan köprüden geçilir, artık Murat ırmağından soyunarak geçilmez. 1937 de Gazi Paşa’nın açılışını yaptığı bu köprü, aslında Cumhuriyet aydınlığının, isyan eden feodal güçlere karşı üstünlüğünün göstergesidir. Dahası, devletin devlet olduğunun ispatıdır. Hizmete açılan köprü bu bağlamda önemli bir mesajdır artık; “soyun geç” değil “Singeç Köprüsü” adını bu vesileyle hatırlatalım istedim.
Anadolu’nun hangi yöresinde olursanız olun, mademki Cumhuriyetin öğretmenisiniz, her zorluğu aşmak her problemi çözmek durumundasınız.
Esen kalınız.