Bugun...


YAZAR : ALİ OĞUZ

facebook-paylas
İÇİMİZDEN BİRİ
Tarih: 01-12-2024 10:53:00 Güncelleme: 01-12-2024 10:53:00


İÇİMİZDEN BİRİ

Çok güzle bir köyde doğmuştu; çeşmelerinde akan buz gibi sularıyla, her çeşit meyvenin yetiştiği bahçeleriyle, asırlık dut ve ceviz ağaçlarıyla, köy insanı arasında sürdürülen güzel komşuluk ilişkileriyle görenleri kendine hayran bırakan bir yerleşim yeriydi. Havanın aydınlanmasıyla bağına, bahçesine, ekinine yorulmadan koşturan ve kazandıklarıyla geçinmeye çalışan insanlarıyla görenlerin bir daha görmek istedikleri bir köydü. Böyle güzel bir köyde kim yaşamak istemezdi ki? Köyün havası, doğası ve suları harikaydı ama artan nüfusu artık doyurmuyordu. Bu nedenle ekip biçtikleri ekinleri kendilerine yetmeyen ailelerin birçoğu ilkbaharda Adana’ya, yani Çukurova’ya gidip aylarca çalıştıktan sonra sonbaharda dönüyorlardı köylerine. Büyük savaştan sonra köyün nüfusu sürekli artmaya başlamış, ekilen araziler bölündüğünden geçim sıkıntısı çeken ailelere yenileri eklenmişti. Çünkü bölünen ailelerin elinden kalan topraklar kendilerini besleyemez hale geliyordu. Her sıkıntıya düşen aile geçinmek için çareler arar olmuşlardı. Önceleri bağında yetişen üzümü, tarlasında yetişen domates, biber, patlıcan ve kavun, karpuzları eşeklerine yükleyerek arazilerinde bol tahıl alan köylere götürüp buğdayla değiştirdiler, ardından o köylere giderek ekin biçme mevsiminde orak sallayarak ekin biçtiler ve karşılığında aldıkları buğdayları getirip öğüterek geçinmeye çalıştılar.

Köyde yeterinden fazla toprağı olan aileler artan nüfustan etkilenmiyordu ama toprağı yetersiz ve kalabalık aileler her geçen gün daha fazla sıkıntıya düşüyorlardı. Serko ailesi bunların başından geliyordu. Serko Hasan beş çocuklu ailenin tek erkek çocuğuydu, kızlar büyüyüp sırayla evlendikten sonra Hasan’da babası Serkan’ın isteğiyle komşu kızı Zeynep ile evlendirildi. Ailenin büyükleri, oğulları Hasan ile birlikte yaşamlarını sürdürdüler. Hasan evlendikten sonra annesi, babası ve eşiyle birlikte ekilebilir arazileri ekip geçimlerini sağlamaya çalıştılar. Aile büyükleri hayattayken de, vefat ettikten sonra da; bu köyde kız çocuklarına mal verilmiyordu, kız çocuk zorda kalsa da uygulanan bu ananeyi kimse bozmak istemediğinden tüm mal Hasan’a kalmıştı. Hasan’a babadan kalan araziler rahatlıkla yetiyordu. Fakat, peş peşe doğan çocuklar gün geçtikçe artıyor ve çocuklar büyüdükçe sıkıntıları da artıyordu. Geçen zaman içinde bir kaç yıl arayla çocuk sayısı yediye yükselmişti. İlk çocukları erkek doğunca Serkan dedesi torununun isminin Orhan olmasını istemiş, ev bayram sevincine boğulmuştu. İkinci ve üçüncü çocukları da erkek olunca babaya güven, sonrasında doğanlar ise gelecek geçim sıkıntısının habercisi olmuşlardı. Çocuklar küçükken bu arazilerde iyi kötü geçininirlerken çocuk sayısı artınca sıkıntı baş göstermişti. Anne, baba, büyük anne, büyük baba ve yedi çocuk ile birlikte on bir nüfusu geçindirmek zor işti. Her geçen gün çocuklar büyüyor, yedikleri lokmalar da o oranda artıyordu.

Hasan’ın büyük oğlu Orhan askere giderken onun arkasından göz yaşlarını tutamamıştı. Onu uğurladıktan sonra ailenin diğer fertleriyle birlikte geçim derdine düştüler.  İş güç ile uğraşmaktan geçen zamanı anlamadan Orhan, iki yıl süren askerlik görevini bitirip dönmüştü bile. Hasan, düşünüp taşındı ve karısı Zeynep’i karşısına alarak;

“Hanım, Orhan askerliğini bitirip döndü, yakında oğlumuz Mehmet’te sıra; o döndükten sonra da sıra Namık’a gelecek. Sen Orhan’ın beğendiği bir kız var mı diye usulen sor. Ailemiz kalabalık ve zar zor geçiniyoruz ama bir boğaz daha fazlalaşsa ölmeyiz. Mehmet askere gitmeden tüm aile bir aradayken oğlanı baş göz edelim.” Zeynep ertesi gün Orhan’ı karşına alarak,

“Oğlum kardeşin Mehmet askere gitmeden hepimiz bir aradayken seni baş göz etmek istiyoruz, gönlünün kaydığı kız var mı?” Zeynep oğlundan cevap beklerken Orhan,

“Anacığım topraklarımız bizi doyurmaya yetmiyor, zaten kalabalığız buna bir boğaz daha eklenmesini istemiyorum.” Zeynep:

“Oğlum geçim işini sonra düşünürüz, Mehmet askere gitmeden bu iş olacak. İstiyorum ki gönlündeki kızı gidip isteyelim.” Anne oğul saatlerce tartıştılar, sonunda Orhan,

“Madem evlenmek zorundayım, Pakize’yi gidip isteyin.”

Hemen kız istendi ve düğün hazırlıkları yapılarak Orhan evlendirildi, kısa süre sonra da Mehmet askere gönderildi. Orhan evlendikten sonra ailenin yükünü hafifletmek için kardeşi Namık ile birlikte buldukları her işe koşturmaya çalıştılar, ama iş imkanı kısıtlı ve kazandıkları aileyi geçindirmiyordu. Bir akşam argın yorgun eve dönen Orhan hanımı Pakize'nin hamile olduğu haberini alınca ne yapacağını şaşırdı, uykuları kaçınca sabahlara kadar oturup kara kara düşünmeye başladı. Her ihtimali gözden geçirdikten sonra köyde kimsenin başaramadığını yapacaktı önce Ankara’ya, orada aradığını bulamaz ise İstanbul’a gidecek; gerekirse hamallık yaparak ekmeğini çıkarmaya çalışacaktı. Bu düşüncelerle sabahı zor yaptı. Sabah tüm aile bir aradayken söze girerek:

“Baba, anne, kardeşlerim; akşam öğrendim ki hanımım hamile, haberi öğrenince sevindim sanmayın. İnsan çocuğunun olacağını öğrenince sevinmez mi? Ben sevinemedim, neden derseniz onu besleyip büyütemeyeceğimden korktuğum için, onu okula gönderemeyeceğim için sevinmedim. Sabaha kadar uyumadan düşündüm, ben Ankara’ya çalışmaya gitmeye karar verdim, biri beni bu kararımdan caydırmadan hemen yola çıkacağım. Söyleyeceklerime kimse itiraz etmesin, ben kendime bir iş buluncaya kadar Pakize size emanet.”

Orhan anne ve babasının itirazlarını dinlemeyerek hemen çıktı yola. Bulduğu ilk otobüse binerek Ankara’ya hareket etti, bir gün öncesinden de uykusuz olduğundan otobüs hareket ettikten kısa süre sonra uyuyakaldı. Ertesi gün sabah erkenden Ankara Dışkapı'da bulunan otobüs terminaline indiğinde ilk kez geldiği Ankara’da ne yapacağını, kimden iş isteyeceğini bilmiyordu. Bir süre terminalde dolaştı, özellikle doğu ve güneydoğu bölgesinden gelen otobüsler tıka basa eşyayla geliyorlardı. Eşyalar indirildikten sonra taşıma işine koşan kişiler vardı ve yaptıkları iş karşılığında para alıyorlardı. “Ben de yaparım” diyerek terminale yanaşan otobüse doğru koştu, daha eşyanın ucundan tutmadan biri onu kolundan tutarak çekti “Ne yapıyorsun hemşerim bu bizim işimiz, kaybol seni bir daha buralarda görmeyeyim!”

 Orhan kenara çekilip terminale yanaşan otobüsleri bir süre daha izledi, inen yolcuların bir bölümü arabalarla giderken çoğunluk bir yöne doğru yürüyüp gidiyorlardı. O da gidenlerin peşine takıldı ve bir hayli yürüdükten sonra Ulus’ta Atatürk anıtının önünde durup çevreyi izlemeye başladı. Evden ayrıldıktan sonra bir şeyler yememişti ve bir hayli açtı. Çevreyi izlerken gözüne ilişen simitçiye yaklaştı, bir simit aldıktan sonra “Burası Ankara’nın neresi?” diye sordu. Simitçi: “Ulus.” Simitçi cevap verince cesaretini toplayarak, “Hemşerim Ankara’ya çalışmaya geldim yol bilmem iz bilmem, yardımcı olur musun?” Simitçi: “Benim de işim yok, gördüğün gibi akşama kadar simit satıp harçlığımı çıkarmaya çalışıyorum. İstiyorsan simit aldığım fırına götüreyim sana da bir tepsi simit versin dolaşıp satarsın. Ha... eğer niyetin varsa beni takip et, nerelere gittiğimi ve nasıl bağırdığımı öğren!”

Orhan o günden başlayarak önce simit satmaya çalışarak yavaş yavaş Ankara’nın belirli alanlarını öğrenmeye başladı, ardından girip çıkmadığı iş kalmadı. Bahar aylarında Ankara’ya gelmişti ve giderek havalar serinlemeye başlamıştı, kışın iş bulmakta ve kalacak yer bulmakta zorlanacağını düşünerek iş bakınırken yanına yanaşan bir arabada inen biri arabadaki odunları göstererek, “Bu odunları kırar mısın?” diye sordu ve Orhan'dan olumlu yanıt alınca, “Atla arabaya” dedi. Orhan arabaya bindikten sonra hareket eden araba Yenimahalle’de bir evin önünde durdu. Orhan arabadaki odunları indirdikten sonra kırmaya başladı. Bir ara elinde bir bardak çay ve arasına peynir konmuş yarım ekmekle gelen odunların sahibi Orhan’a nereli olduğunu, ne zaman Ankara’ya geldiğini sorduktan sonra, “Sen odunları kır bitir ben sana belediyede daimi bir işe girmeni sağlayacağım,” dedi ve dönüp gitti. Orhan odunları kırdı, evin altındaki odunluğa taşıyıp yerleştirdi, işi bittiğinde dışarıda bekleyen odun sahibine “İşim bitti, başka yapılacak işiniz varsa yapayım” dediğinde, adam çıkarıp parasını verdi ve “Beni takip et” diyerek yürümeye başladı. Otobüs durağına geldiklerinde ilk gelen otobüse binerek bir durakta inip yürüyerek büyükçe bir binanın önünde durdular. Adam onu bir köşede bırakarak bir odaya girdi ve bir süre sonra çıktığında “Yarından itibaren temizlik görevlisi olarak işe başlayacaksın, yazın seni bahçe işlerine alacaklar, gel kaydını yaptıralım.” Orhan'ın kısa sürede işi hal olunca ertesi gün sabah erkenden Belediyede temizlik görevlisi olarak işe başladığında tanımadığı bu hayırsevere oturup kalkıp dualar ediyordu.

İşe başladığı ilk günün sabahı aynı işi yapacak elemanları toplayan bir görevli yapılacak işleri anlattıktan sonra herkes görev yerine dağıldı. Orhan yeni işine dört elle sarıldı, işten çıktıktan sonra da boş zamanını değerlendirerek bulduğu işleri yapmaya devam etti. Onun en büyük problemi kalacak yer sorunuydu, kısa süre sonra aynı işte çalışan bir arkadaşı Metin’in önerisiyle kalacak ev bulmayı kararlaştırdılar. Bir iki gün ev aradıktan sonra Kale civarında buldukları tek odalı bir evi kiraladılar, hemen birer ranza ve yatacak şilte yatak alarak birlikte burada kalıp, birlikte işe gidip gelmeye başladılar.

Orhan iş ve ev adresi belirlendikten sonra uzun zamandır haber alamadığı anne, baba, eş ve kardeşlerine oturup bir mektup yazdı. Yazdığı mektupta belediyede iş bulduğunu ve işinde yeni olduğu için izin alamayacağını belirttikten sonra en yakın PTT şubesine uğrayarak gönderdi bağlı olduğu kasabadaki tanıdığına. O yıllarda askerde olanlar ve köy dışında bulunanlar mektuplarını kasabada tanıdık birilerine gönderir, köyden gelip giden birileri olursa mektup ona teslim edilerek adrese ulaştırılırdı. Bazen o tanıdık gelen mektubu göndermeyi unuttuğundan haftalar, hatta aylar sonra adresine ulaşırdı. Orhan askerdeyken buna benzer aksaklıklardan kaynaklı köyden uzun süre mektup alamamıştı. Şimdi mektubunun tez elden yerine ulaşması için dua ederken sabırla cevap gelmesini bekleyecekti.

Orhan her sabah işine zamanından önce gidiyor, mesai sonrası eve döndüğünde önce gelen mektup var mı diye evin çevresini kontrol ediyordu. Aradan bir aydan fazla zaman geçmesine rağmen gelen mektup olmayınca aklına bin bir kötü ihtimal doluşuyordu. Günler, haftalar bu sıkıntılarla geçerken bir akşam eve geldiğinde kapıya sıkıştırılmış mektubu görünce içi içine sığmaz bir halde içeriye dahi girmeden açıp okumaya başladı. Mektupta: “Herkesin sağlığının iyi olduğu, Namık’ın askere gittiği, Pakize’nin bir oğlan çocuğu doğurduğunu ve çocuğa Serkan dedesinin ismini koyduklarını ve Namık’ın küçüğü Zehra’yı istemeye geldiklerini, oğulları Orhan dönünceye kadar müsaade istediklerin, velhasıl tüm aile küçükten büyüğe herkesin sağlığının iyi olduğu” yazıyordu. Mektubu defalarca okudu, içi içine sığmıyordu ve ikide bir “Vay be bir oğlum olmuş, bir oğlum olmuş!” diye söyleniyordu. Onu kapı önünde kendi kendine söylenir gören ev arkadaşı Metin, arkadaşına sarılarak; “Gözün aydın, Allah analı babalı büyütmeyi nasıp etsin!” diyerek sevincine ortak olmaya çalıştı. O gece Orhan’ın sevinçten uykusu kaçınca gece bir kaç kez dışarıya çıktı, temiz hava alıp tekrar dönüp yatağına uzandı ve sabahı zor yaptı.

Orhan o sabah ev arkadaşı Metin ile birlikte iş yerine giderken yorgun ve bitkindi. İş yerine varıncaya kadar ne yapacağını düşünüp durdu, yeni işine başlayalı daha üç ay dahi olmamıştı, izin istese de verilmeyecekti. İş yerine geldiklerinde görev taksimi yapılırken onun cesaret edip de söyleyemediğini ev arkadaşı Metin dillendirdi. “Müdürüm Orhan’ın oğlu olmuş, gidip de eşi ve oğlunu görmesi için izin vermeniz mümkün mü?" Müdür bir an Metin’e ardından Orhan’a baktıktan sonra, “Şimdi görev yerlerinize dağılın işinizi aksatmadan çalışın, Cuma akşamı Orhan uğrasın iki haftalık iznini alıp gitsin memleketine, haydi herkes görev başına...” Günlerden Çarşambaydı ve Orhan Cuma gününü iple çekerek işine devam etti. Mesai bittikten sonra yanında götüreceği çam sakızı, çoban armağanı hediyeler almaya çalıştı. Cuma akşamı iki haftalık iznini alır almaz eve gelip çantasını kaparak otobüs terminalinin yolunu tuttu. Bu kış fazla kar yağmamış, haftalarca süren dondurucu soğuklardan sonra Şubat ayında havalar aniden ısınmış, yalancı bahar gelmişti. Otobüs hareket ettiğinde tamamen doluydu, yol üzerinde alınan yolcular için ara yerlere küçük oturaklar konuyor, giderek tıka basa yolcular yerleştiriliyordu. İnsanlar nefes almakta dahi zorlansalar da yer bulduklarına şükrediyorlardı. Orhan, yolculuk boyunca arada bir uykuya dalıyor, uyuyan yolcuların giderek artan horultularıyla uyanıyor, karanlıklar içinde yoluna devam eden otobüsün bir an önce memlekete ulaşması için dualar ediyordu.

Ertesi gün akşama doğru baba evine vardığında yorgundu, uykusuzdu ama sağ salim vardığı için şükrediyordu. Askerde olan kardeşleri Mehmet ve Namık dışında tüm aile bir aradaydı. Önce babasının ve annesinin ellerini öperek sarıldı onlara, ardından kardeşlerine sarılarak öptü onları, sıra kucağında bebeğiyle bekleyen hanımına geldiğinde “Nasılsın Pakize?” diyerek onun cevabını beklemeden kucağındaki bebeği alıp sevmeye başladı. Pakize, büyüklerin yanında erkeğin hanımına sarılmasının uygun olmadığını bildiğinden dokuz aydır ayrı olan kocasının bu tavrını olgunlukla karşıladı. Orhan bir süre oğlunu sevdikten sonra annesinin kucağına verdi ve getirdiği hediyeleri dağıtmaya başladı, bu iş bitince hanımlar yemek hazırlamak üzere ayrıldıklarında baba Hasan: “Eee... oğlum yediğin içtiğin senin olsun, neredeyse senesi doluyor sen bu kadar zaman ne yaptın anlat bakayım.” Orhan Ankara’ya gittikten sonra çektiği sıkıntıları anlattıktan sonra, “Odunlarını kırmaya gittiğim biri Allah razı olsun beni götürüp belediyeye yerleştirdi. Şimdi daimi bir işim var, bir arkadaşla birlikte küçük bir ev tuttuk geçinip gidiyoruz.” Babası: “Oğlum ektiğimiz artık bize yetmiyor, yetirmek için çabalayıp duruyoruz, sen bu güne kadar kazandığını boğazına mı harcadın?” Orhan: “Baba üç beş kuruş biriktirdim, ihtiyacınız olur diye gelirken kendimle getirdim,” dedikten sonra cebinden bir miktar para çıkararak babasına teslim etti. Babası parayı alıp cebine koyduktan sonra, “Haydi kalkın yemeğimizi yiyelim,” deyince birlikte odada hazırlanan yer sofrasına geçip karınlarını doyurmaya çalıştılar.

Ertesi gün Orhan’ın geldiğini duyan komşular birer ikişer gelmeye başladılar. Her gelen ne iş yaptığını, işinden memnun olup olmadığını sorup duruyordu. Bu topraklar artık çoğu aileyi geçindirmiyordu ve Orhan köyün dışında ekmeğin kapısını aralamıştı. Bu günden sonra köyün dışında iş aramaya gidecek olanlar onu örnek alacaklardı.

Orhan, göz açıp kapamadan izninin bir haftası bitmişti bile, bir akşam oturmaya gelen komşular hoş beşten sonra, kız kardeşi Zehra’yı oğullarına istediler. Babası Orhan’a dönerek “Oğlum bacını istiyorlar ne diyorsun?” Orhan düşünmeden; “Baba, Zehra’nın gönlü varsa ve siz atalarım başımızdayken bana söz hakkı düşmez. Siz uygun bulduysanız bana mutluluklar dilemek düşer.” O akşam söz kesilerek ertesi yıl Mehmet askerden döndükten ve harmanlar kaldırıldıktan sonra düğün yapılmak üzere anlaştılar. Zehra, askerde olan Mehmet ve Namık abilerinden önce baş göz edilecekti.

Orhan bir kaç gün sonra anne ve babasıyla, eşi ve oğluyla ve kardeşleriyle vedalaşarak döndü Ankara’ya. Ev arkadaşı Metin ile birlikte ertesi gün iş başı yaptılar. İş çıkışı çevreyi araştırarak bir ek iş bakmayı düşündü ama günler kısa olduğundan karanlık erken çöktüğünden şimdilik vaz geçti. Eve döndüklerinde köye gidiş ve dönüşü sırasında yaşadıklarını, ailesiyle ve oğluyla yaşadığı mutluluğu anlatıp durdu. Ertesi gün ve sonraki günlerde birlikte işe gidip, birlikte döndüler eve. Orhan’ın köyden getirdiği bir miktar bulgur ve tereyağıyla yemek pişirip birlikte karınlarını doyurdular. Günler çabuk geçip gidiyordu, havalar iyice ısınıp bahar ve ardından yaza girerlerken Metin izin alarak memleketine gitti. İzni bittikten sonra döndüğünde “Ben nişanlandım, ev tutup bir an önce evleneceğim” diyerek ev arayışlarına başladı. haftalar sonra Demetevler’de bulduğu bir gecekonduya bir kaç eşyasını taşıyınca birlikte kullandıkları ev Orhan’a kaldı. Metin ev tuttuktan bir kaç hafta sonra izin alarak tekrar memleketine gidip evlenerek hanımını alıp geldiğini söyleyince Orhan da eşi ve oğlunu getirmenin hayallerine kapıldı. Bir hafta sonu küçük bir hediye alarak arkadaşı Metin’i ziyarette gittiğinde sıcak aile ortamında içtikleri çaylardan sonra o da bu semtte bir ev tutmaya karar verdi. İki arkadaş birlikte araştırdılar ve Ağustos ayında Metin’e yakın bir başka gecekondu bulup kiraladılar.

Orhan iznini alıp köye gittiğinde ekinler biçilmiş, harmanlar kaldırılmış ve kardeşi Mehmet askerden dönmüştü. Vakit geçirmeden Zehra’nın düğünü yapıldı, eş dost komşu ziyaretleri derken dönme vakti yaklaşırken Orhan babasına “Baba senin de müsaaden olursa ben Pakize ve oğlumu da alarak Ankara’ya götürmek istiyorum,” dediğinde babası razı olmasa da götürmesine onay verdi. Aslında Zehra evlenip evden ayrılmıştı, Namık’ın askerliği devam ediyordu ve gelini Pakize de gidince üç boğaz eksilince bir nebze geçim sıkıntısını azalacağını biliyordu, ama torunu Serkan’ın götürülmesi içini acıtıyordu. İçi burkularak “Oğlum rahat ol, ailenin yanında olursa sabah işi giderken kahvaltın, akşam eve geldiğinde yemeğin hazır olur. Sen bizi düşünme, hemen yol hazırlığınızı yapın.” Hazırlıklar yapıldıktan iki gün sonra Orhan, hanımı ve oğluyla birlikte çıktılar yola. Ankara’ya geldiklerinde evin eksiklerini tamamlamaya çalışan Orhan, izni bitince sabah erkenden sıcak aile ortamında evinde kahvaltı yaparak iş yerine doğru hareket etti.

Orhan, hanımı ve oğlunu getireli yaklaşık üç ay dolmak üzereydi. Kış yaklaşıyordu ve Pakize ikinci çocuğuna hamileydi ve oğlu Serkan daha küçüktü. Soğuklar giderek hissedilir derecede artmaya başlayınca öncelikle kış hazırlıklarını yapmak zorundaydı. Hafta sonu tatilinde gidip bir soba ve borularını alıp getirdi ve odanın bir köşesine sobayı oturtup borularını yerleştirdi. Sonraki hafta sonu gidip 250 kg odun alıp geldi, kömür almaya parası kalmamıştı. “Buna da şükür, havaların çok soğuk olduğu günlerde sobaya iki odun atıyoruz ev ısınıyor” diyordu. Böyle diyordu ama hesapta olmayan yeni gelişmelerle karşılaşınca şaşırıp kalıyordu. Bir gün çalışırken “Misafirin var” diye çağırdıklarında köyden çocukluk arkadaşı Hamdi’nin geldiğini görünce birbirlerine sarılıp hal hatır sordular. Hamdi: “Topraklar artık karın doyurmuyor, iş bakmaya geldim,” deyince Orhan: “Sen zamansız geldin, önümüz kış bu mevsimde iş bulmak çok zor.” O gün iş bitiminde Orhan arkadaşını alıp evine getirip misafir etti. Hamdi elini kolunu sallayarak geldiği Orhan'ın evinde bir haftadan fazla kalıp döndü köye. Hamdi ile başlayan misafirlikler giderek artmaya başladı, Ankara’da okumak üzere gelen öğrenciler, iş aramaya gelenler, hastasını alıp gelenlerin ardı arkası kesilmeden Orhan’ın evine kendi evleri gibi gelip misafir oluyorlardı. Gelen bu konuklar ellerini kollarını sallayarak gelirken Orhan gelenlere mahcup olmamak için arkadaşlarından borçlanarak evini geçindirmeye çabalıyordu. İşten çıkınca geç saatlere kadar bulduğu işler peşinde koşarak ailesine daha iyi koşullar sunmaya çalışıyordu. Kış ve ilkbahar ayları geçip havalar iyice ısınmaya başladığı sırada Kardeşi Namık askerden dönerken Ankara’da bir kaç gün ağabeyinde kaldığı sırada Pakize ikinci çocuğu kızını doğurdu. Adını Sakine koydular, Orhan bu güne kadar kıt kanat geçindirmeye çalıştığı ailesine kızı da katılınca daha da zorlanacağını biliyordu. Bu nedenle mesai bittikten sonra ne iş bulursa koşturup duruyor, bazen eve gecenin geç saatlerinde dönüyordu. Evde misafir varsa “Kusura bakmayın devlet işi işte, bazen bu iş bitecek diyorlar mecburen işimizi bitirip öyle dönüyoruz eve.” Böyle söylese de karısı Pakize’den başka kimse onun çektiği sıkıntıları anlamıyordu.

Orhan yıllarca bu koşullardı çalışıp didindi, bu süreçte bir oğlu daha oldu. Başlangıçta peş peşe gelen misafirlerden bir çoğu yeni işlere, okullara yerleşince giderek misafirler azaldı ama kardeşleri ve kardeşlerinin çocukları kimi okumak için, kimi iş kovalamak için Orhan’ın evini boş bırakmadılar. Yıllar bu koşullarda sürüp gitti, çocuklar büyüyüp okullarını bitirdiler ve iş sahibi oldular. Orhan emekli olduğunda aldığı ikramiye ile küçük bir ev aldı. Artık mutlu olacaklarını hayal ederken hastalıklar yakasına yapıştı. Hanımı Pakize “Orhan emeklilik sana yaramadı, sen yıllarca sokaklarda park ve bahçelerde soğuk, sıcak demeden çalıştın ama bir gün hastayım demedin.” Orhan da bunun bilincindeydi, ama bu yaştan sonra yapacağı iş yoktu. Giderek bunalıma girdi ve kendi etrafına bir duvar örmeye başlayarak çekilip bir köşede oturmaya başladı. Pakize kahvaltı veya yemek “Hazır” dediğinde kalkıp sofraya oturuyor, ardından geçip koltuğuna oturup boş gözlerle odaya bakıyordu. Bu değişiklikten kısa süre sonra bir sabah yatağında kalktığında sol bacağının uyuştuğunu sandı ama yanılmıştı, felç geçirmiş sol bacağını zorlanarak yürümeye çalışıyordu. Çocukları gelip hastaneye götürdüler, iyileşir diye beklerken önce sol kolu, ardından da sağ bacağı felç oldu. Herkes onun kalan yaşamını yatağa bağlı sürdüreceğini ve ailesine büyük sıkıntılar vereceğini düşünürken, yaklaşık bir hafta sonra ailesi onun vefat haberini alacaktı. O içimizden biriydi, köyünden geçim sıkıntısı nedeniyle ayrılsa da hep arkadaşlarına, dostlarına güzel köyünü ve doğduğu topraklara özlemini ballandırarak anlatıp durmuştu. Çocukları babalarını hastaneden alarak doğduğu köyüne götürüyorlardı. Köye vardıklarında mezarı başında toplanan dostları, arkadaşları, köyde kalan komşuları Orhan’ı son yolculuğuna uğurlamak için toplanmışlardı. Geri dönülmez bir yolculuğa çıkmıştı Orhan, mezarı başında toplanan insanlarla vedalaşmadan...

 



Bu yazı 632 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

HAVA DURUMU
YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
4049 Okunma
3734 Okunma
3445 Okunma
3387 Okunma
3220 Okunma
2666 Okunma
2514 Okunma
1233 Okunma
1136 Okunma
923 Okunma
810 Okunma
795 Okunma
783 Okunma
754 Okunma
696 Okunma
620 Okunma
603 Okunma
596 Okunma
587 Okunma
566 Okunma
531 Okunma
512 Okunma
508 Okunma
435 Okunma
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ

Web sitemize nasıl ulaştınız?


HABER ARA
YUKARI