BEYAZ ATLI PRENS
(Yaşanmış gerçek bir öykü. Yazıda gerçek isimler kullanılmamıştır.)
1986 yılında Konya’ya tayin olduktan sonra ailemi Balıkesir’de bırakarak Konya’ya gidip görevime başladım. Evimi taşımak için mesai sonrası ve hafta sonları aralıksız kiralık ev aramaya başladım. Ev ararken özellikle kiralayacağım evin, çocukların okullarına yakın olmalarına özen gösteriyordum. Uzun arayışlardan sonra Nihayet uygun muhitte bir ev buldum, evi görmek için gittiğimde beni karşılayan yaşlı bir kadınla birlikte evi dolaşıp kontrol ettik. Evi beğenmiştim, şartları konuşmak için birlikte kapı önüne çıktığımız sırada bir bayan merdivenlerden çıkarak yanımızdan geçip az ötemizde durup bizi dinlemeye başladı. Ev sahibesi ona aldırış etmeden, “Evi beğenip tutacaksan aylık kirası: 7.000 liradır,” dedi. Ben: “Evin son olabilecek kirası ne olur?” diye sorduğum sırada az ötemizde durmuş bize bakan bayan sözü ağzımda bırakarak: “Sizin çocuklarınız var mı?” deyince önce onu cevaplamaya çalıştım: “Çocuklarımız var, yoksa çocuklu aileye ev vermiyor musunuz?” Kadın benim soruma cevap vermeden başka bir soru sordu: “Kaç çocuğunuz var, okula gidiyorlar mı?” Evi gezdiren bayan da susmuş bizim konuşmamızın bitmesini bekliyor gibiydi. Ben: “Biri kız, biri erkek iki çocuğum var, biri bu yıl liseye, biri de ortaokula başlayacaklar,” dedim. Ben onun ne söyleyeceğini beklerken o: “Teyze o fiyat fazla, böyle kiracı bulamasın düşür düşür fiyatı...” Ev sahibi kadın az düşündükten sonra, “Madem öyle söylüyorsun 6.000 lira olsun.” Ben yaşlı ev sahibesiyle konuşurken döndüğümde az önce kirayı düşürmeye çalışan bayan yerinde yoktu, sessiz sedasız gitmişti. Ev sahibesine çıkarıp bir aylık kirasını verdim, evin anahtarını alıp çıkarken onu görüp teşekkür etmek için çevreme bakınıyordum ama kimseler yoktu.
O akşam eşimi arayarak ev tuttuğumu, yakında gelip ev eşyamızla birlikte toparlanıp döneceğimizi bildirdim ve ertesi gün birliğe giderek yıllık iznimi istedim. Havva Kuvvetlerinden İzmir’e kurs emrinin geldiğini, bir hafta sonra başlayacak kursta bulunmam gerektiğini bu nedenle yıllık iznimi veremeyeceklerini söylediler. Üç dört günlük bir zamanım vardı ve ancak beş günlük izin alabilmiştim. Hemen o akşam otobüsle Balıkesir’e hareket ettim. Ev eşyalarımız günler öncesinden toparlanmıştı, vakit kaybetmeden araştırıp bulduğum bir kamyona eşyalarımızı yükleyip ailece döndük Konya’ya.
Konya’ya geldik ama öğretmen olan eşimin tayin yeri belirsiz, çocukların okula kayıtlarının yapılması gerekecek, Hanım Konya’yı bilmiyor ve benim bir iki gün sonra İzmir’e gitmem gerekiyor. Eşyalarımızı eve attıktan sonra öncelikle acil kullanacağımız eşyaların bir bölümünü açıp yerleştirmeye başladık. Yataklarımızı yerleştirdik, mutfak malzemelerini kutulardan çıkarmaya başladık. Çocuklar “Acıktık” dediklerinde ara vererek gidip yiyecek bir şeyler almak için üstümü değiştirirken kapının zili çaldı. Hemen üstümü giyerek gidip kapıyı açtığında kapıda o bayanın durduğunu gördüm. “Yine ne istiyor?” diye düşünürken o etli ekmek dolu bir tepsiyi bana uzatarak: “Sabahtan beri çalışıyorsunuz, acıkmışsınızdır.” Ben mahcup durumda onun elindeki tepsiyi alırken o: “Gelmişken hanımınla çocukları da göreyim,” diyerek girdi içeriye... Bu güne kadar onlarca evde kiracılık yapmıştık ama kimselerden bu ilgiyi görmemiştik. Şaşırmıştım. Kimdi bu bayan? Yoksa evin gerçek sahibi bu bayan mıydı?
İçeriye girdikten sonra kendini tanıttı: ismi Sevim’di, o da bizim gibi kiracıydı, aynı katta tam karşı dairede oturuyorlardı, ikisi erkek, ikisi kız olmak üzere çocuklarımızın yaşlarında çocukları olduğunu, eşinin öğretmen ve sanayi bölgesinde reklam atölyesi bulunduğunu bir çırpıda anlatıverdikten sonra: “Siz oturup karnınızı doyurun, açılacak eşyaları gösterin ben açıp yerleştireyim” dedi. O gün yaklaşık iki saat hem oradan buradan konudan konuya atlayarak bir şeyler anlattı, hem de eşyaların açılıp yerleştirilmesinde yardımcı oldu. Sonra ben İzmir’e kursa gidinceye kadar ne onu, ne eşini, ne de çocuklarını gördüm.
Ben İzmir’e gittikten sonra eşim çocukları da alarak Milli eğitim müdürlüğüne gitmek üzere çıkmış, sora sora zor da olsa oraya giderek tayininin gelip gelmediğini öğrenmeye çalışmış ama istediği cevabı alamadan argın yorgun eve döndüğünde onu gören komşu kadın, “Komşum sen Konya’nın yabancısısın, nereye gideceksen haber ver birlikte gidelim” demiş ve söylediği sözlerin arkasında durup bir hayli yardımları dokunmuş.
İzmir'de kursta olduğum iki ay boyunca hafta sonları Konya’ya gelip, hafta başında İzmir’de kursa yetiştim ama bu gelişlerim sırasında hiç bir işe faydam dokunmuyordu. Kursu bitirip döndüğümde çocukların kayıtları yapılmış ve okullarına başlamışlardı, eşimin tayini ise Adana yolu üzerinde İsmil nahiyesine yapılmış okuluna zor koşullarda gidip geliyordu. Bu koşuşturmalar sırasında komşu bayanın bir çok yardımının dokunduğunu öğrendim. Balıkesir’de sırası gelip şehir merkezinde istediği okula tayini çıktıktan kısa süre sonra peşimden sürüklenerek geldiği bu ilde bir iki yıllık öğretmenler şehir merkezinde çalışırken o en uzak yere düşmüştü.
İzmir’den döndükten sonra komşumuzla daha fazla görüşme imkanımız oldu. Sevim hanımın ev hanımıydı, sürekli gülen yüzüyle eşimle çabuk kaynaşmıştı; eşi Vasfi beyin sabah okula, öğleden sonra da iş yerine gidip geç saatlere kadar çalışması nedeniyle evin tüm yükü onun üzerindeydi. Karı, koca Konya’nın Merkez Çayırbağ köyündendi ve Vasfi beye memleketini soranlara “Ben Konyalı değilim, Çayır bağlıyım” diyordu. Oturduğumuz semte yakın bir okulda sınıf öğretmeniydi ve ikinci iş olarak reklam işiyle uğraşıyordu. Sanayi bölgesindeki atölyesinde “Kuşe stiker ve etiket” üzerinde çalışıyordu. O akşamın geç saatlerine kadar firmaları dolaşarak sipariş alıyor, aldığı siparişleri atölyede çalışan elemanları hazırlıyor ve götürüp teslim ediyordu. Başlangıçta görüşmelerimiz sırasında sıkılgan ve mesafeli bir tavır takınmasına rağmen, ilerleyen zaman içinde o da eşi gibi bizlerle kaynaşıverdi. Bir kaç yıl sonra aynı cadde üzerinde yeni inşa edilen bir binada ev alarak kendi evlerine taşındalar, ama ailece görüşmelerimiz kesintiye uğramadan devam etti. Bir garip tesadüfle karşılaştığımız bu aile ile Konya’da kaldığımız yedi yıl boyunca hiç incinmeden dost olmuştuk. Biz Konya’dan ayrıldıktan sonra da sürekli telefonla görüşmeye devam ettik. Vasfi beyle aynı yıl emekli olduk, ben de emekli olduktan kısa süre sonra iki arkadaşımla birlikte bir iş yere kurduk ve işimizin peşinden koşturmaya başladık. Çocuklar büyüdü okullarını bitirip evlenirlerken biz onların çocuklarının düğünlerine katıldık, onlar da bizim çocukların düğünlerine katıldılar.
Vasfi bey, dört çocuğundan mühendis olan büyük oğluyla, öğretmen olan büyük kızını evlendirmiş, küçük çocuklardın bir kız ile bir erkek kalmıştı. Üçüncü çocuğu olan kızı Ayşe de hukuk fakültesini bitirince rahatlamıştı. Ayşe, hem güzel hem de zeki, tuttuğunu koparan, gözü pek bir kızdı. Okulunu bitirdikten sonra Konya merkezde bir büro tutarak oraya yerleşti. Kısa sürede düzenini kurdu, aldığı davaları başarıyla sürdürdü. İşte ne olduysa anlatacağım olay o günlerde başladı: her gün akşama doğru büroya uğrayan genç bir komiser onu çok beğendiğini söyleyerek çıkıp dolaşmaya, birlikte yemekler yemeye başladılar. Ayşe bir akşam bizi telefonla aradığında, biz bir kaç ay önce kalp spazmı geçiren Vasfi beye bir şeyler olmasından endişe ettik. Oysa o, “Ali amca, Kadime teyze, ben beyaz atlı şövalyemi buldum, bu sıralar düğüne çağırırsak şaşırmayın,” dedi; biz bu ani habere şaşırmıştık. “Kızım bu prens kimdir, kimin nesidir? İyice araştırdın mı, niyeti ciddi mi?” diye sorduğumuzda o, “Yakışıklı bir komiser, Trabzon’dan yeni tayin olmuş, hemen evlenmek istiyor.” “Kızım sen tahsilli ve zeki bir kızsın, acele etme araştır” dediysek de onun bir kaç gün sonra nişanlandığını, bizi düğüne çağıracaklarını beklerken kısa süre sonra nikah memurluğuna baş vurarak evlendiklerini öğrendik. Vasfi beye: “Arkadaşım aceleniz neydi? diye sorduğumda o hüzünlü bir ses tonuyla: ‘Damat bize gelerek tayin dolayısıyla bütçeyi bozduğunu, arkadaşlarında bir hayli alacağının olduğun ama alamadığını bu yüzden düğün yapamayacağını söyleyince nikah yaptık ve bize yakın semtte kendilerine bir daire kiralayarak oraya yerleştirdik’ dedi.” Gençlere mutluluklar dileyerek kapattık telefonu.
Bu evlilikten bir kaç ay sonra Vasfi bey telefonla beni arayarak hal hatır sorduktan sonra,
“Ali bey sana bir işim düştü, şu ara bir hayli sıkıştım acilen 6.000 mark gönderir misin?”
“Vasfi bey kaç lira lazımsa göndereyim, neden Mark olarak istiyorsun?” dediğimde o ısrarla, “Bana acilen Mark lazım oldu.” “Olur bu gün en geç yarın gönderirim.” Bu arada, “Ayşe’nin evliliği nasıl gidiyor” diye sorduğumda o huzursuz bir ses tonuyla “Gidiyor işte, Ayşe hamile, torun bekliyoruz” dedi. Sağlık ve mutluluklar diledim ve o gün bankaya giderek onun istediği parayı havale ettim. Bir hafta sonra Vasfi bey tekrar aradığında uzun uzun hal hatır sorduktan sonra söyleyip söylememekte tereddüt edince ben, “Vasfi bey, bir yaramazlık yok değil mi?” diye sordum. O: “Ali bey isteyecek yüzüm yok ama zor durumda kaldım, ancak sen yardımcı olabilirsin.” “Hayırdır, nasıl yardımcı olabilirim?” “Bana 5, 6.000 Mark daha gerekti, elinde varsa gönderirsen çok sevinirim.” “Tamam, bir iki güne kadar gönderirim.” Sorgulamadan söz verdiğim gibi temin edip 5.000 mark daha gönderdim, çünkü ben onu iyi tanıyordum. Zor durumda olmasa borcunu ödemeden, borç üzerine borçlanmazdı o. Ticaretle uğraşıyordu, ya hesapta olmayan bir sıkıntısı vardı veya işini büyütmek için ihtiyaç hasıl olmuştu.
Vasfi bey beş altı ay sonra beni tekrar aradığında, “Kusura bakma borcumu geciktirdim, 2.000 Mark gönderiyorum kalanı da kısa sürede ödeyeceğim,” dedi. Bir ay sonra 2.000, bir ay sonra 2.000 ve bir sonraki ay da 2.000 Mark daha gönderdi. Ben Vasfi beyin kalan borcunu da kısa sürede kapatacağından emindim. Fakat arkası gelmeyince o yıl biz Anamur’a gidecektik, giderken Konya’ya uğrayıp dostlarımızı gördükten sonra yola devam etmeyi kararlaştırdık. Yola çıktığımızda Konya’daki evlerine uğradık evde başkaları oturuyordu, telefon ettiğimde bir yan binada oturduklarını aşağıya inip bizi karşılayacağını söyledi. Az sonra inip bizi karşılayıp götürdü evlerine Sevim hanım ve kızı Ayşe bize sarılarak “Hoş geldiniz” dediler. Biz hal hatır sorup Ayşe'nin gözleri gülen kızıyla ilgilenirken Vasfi bey dışarıya çıktı. Bir müddet sonra elinde bir tepsi etli ekmekle girdi içeriye, “Önce karnımızı doyuralım, sonra sohbet ederiz” diyerek bizi sofraya davet etti. Birlikte etli ekmeklerimizi yiyip ayranlarımızı içerken bir yandan da Vasfi bey içinde bulunduğu koşulları anlatıyordu. “Yeni damat evlendikten kısa süre sonra ‘Ben Trabzon'da görev yaparken bir arkadaşa kefil olmuştum, arkadaş borcunu ödememiş borç bana kaldı, ödemesem işimden olacağım’ dedi. Bulduk, buluşturduk verdik. Ardından ‘Ben bir arkadaşımla birlikte göreve giderken yerlerin kaygan olması nedeniyle kaza yaptım, araba pert oldu ve yaralı arkadaşım kurtarılamayarak vefat etti, mahkememiz sürüyordu faturasını bana çıkarmışlar ödemesem hapse gireceğim’ dedi. Her gün gelip sızlanıp duruyordu ama istediği parayı bulmamız imkansızdı, tek çare vardı: borcunu ödesin diye evi satıp kiraya çıktık, evden aldığımız para yetmeyince kendi iş yerimi de elden çıkarmak zorunda kaldım. Kızım Ayşe de büroya haciz konunca zorunlu olarak kapatıverdi. Fakat o sürekli yeni borç listeleriyle eve gelince kızım Ayşe, ‘Babam da ben de tükendik ama senin borçların bitmedi’ dediğinde öldüresiye dövmeye başlandığını sonradan öğrenecektik. Bizden artık koparacak bir şey kalmayınca boşandılar def olup gitti.”
Bu arada Sevim hanım göz yaşları akıtarak yıkılan düzenlerinin bundan böyle kolay kolay düzelmeyeceğinden bahsetti. Evi ve iş yerini evli olan çocukların onayını almadan sattıkları için çocukların kendilerine darılıp küstüklerini söyledi. Ayşe ise söze girerek, “Ali amca kaç defa beni öldüresiye dövüp attı evin orta yerine, artık doğumum yaklaşmıştı gün sayıyordum. Eve içkili geldi durup dururken bir bahane bulup girişti bana, bununla yetinmeyip sıkmaya başladı boğazımı. Ben bayılıp nefes alamayınca öldü diye bırakıp gitmiş, öylece ne kadar baygın kaldım bilmiyorum.”
Zeki, her sorunu çözecek yeteneklere sahip, üstelik hukukçu olan Ayşe’nin hem kendi başına, hem de ailesinin başına açtığı sorunları dinledikçe içimiz acıyordu. Ayşe kızımız “Beyaz atlı prens” diye bir canavarla evlendiğini öğrendiğinde iş işten geçmiş, küçük yavrusuyla baba evine sığınmaktan başka seçeneği kalmamıştı.
Sonraki günlerde ve aylarda Ayşe yeni bir büro tuttu ve borç harç büroyu döşedi ama her nedense savunacak kimseyi bulamadığından altı ay sonra kapatmak zorunda kaldı. Baba Vasfi tek emekli maaşıyla evi geçindirmez olmuştu, çaresizdi. Bekar kalan erkek çocuk da anne ve babalarına darılan büyük ağabeyi ve ablasının safında yer alarak evden ayrıldı. Bir süre sonra tanıştığı Rus kızıyla yaşamaya başladı; Rus kızıyla bir kaç yıl birlikte yaşadılar, ardından taksitle güçlü bir motosiklet alarak edindiği arkadaşlarıyla gezip tozmaya başladı. Vasfi bey her geçen gün bozulan düzeni ve evdeki çarkın dönmediğini görüp kahroluyordu. Son umut olarak İzmir’de kreş açan bir arkadaşından yardım istedi, arkadaşının “Size ihtiyacım var çıkıp gelin İzmir’e” teklifine uyarak kendisi, eşi ve kızı Ayşe ve torunuyla birlikte İzmir’e göç ettiler.
NOT: Bu aile uğradığı yıkımı, giderek bozulan düzenlerini kurtarmak için İzmir’e taşındıktan sonra da telefonla görüşmeye devam ettik. Uzun yıllardır yüz yüze görüşmediğimiz halde dostluğumuz devam etmektedir, bu nedenle yazıda gerçek isimler kullanılmamıştır.