OKULLAR AÇILIRKEN
Yarın başlayacak olan 2024-2025 Eğitim Öğretim Döneminde tüm öğrencilere, bizlerin ve gelecek nesillerin yetişmesinde büyük emekleri olan öğretmenlere yeni eğitim-öğretim yılında başarılar diliyorum. Yıllarca çalışıp binlerce öğrenci yetiştirdikten sonra emekliye ayrılan öğretmenlerimize sağlıklı, huzurlu yaşamlar, vefat edenlere saygı ve rahmetler diliyorum.
Her yıl yeni başlayan öğretim döneminde yıllar önce çocuklarımı, ardından şimdilerde torunlarımı okula gönderirken öğrenci olduğum dönemlerde okula giderken benim ve yaşıtlarımın çektiği sıkıntılar canlanır; dalar giderim çocukluk yıllarıma...
Bizler çocukluğumuzu yaşayamadığımız gibi, çocuklarına ellerindeki imkanları dahilinde destek olacak anne ve babalarımızı da yanımızda bulamadık. Çünkü onlar evin geçimini sağlamak için gecelerini gündüzlerine katarak ailelerinin geçimini sağlamaya çalışıyorlardı. Daha okula başlarken yapayalnız olduğumuzun bilincindeydik.
Ben, okula başlarken ne çantam, ne kalem kutum vardı. Üstümde annemin kendi elleriyle kesip diktiği siyah bir önlük, elimde samanlı bir defter, bir kurşun kalem ve okuldan aldığım alfabeyle okula başladım. Okuldan çıkıp eve geldiğimde ya kuzuları gütmeye veya bağ bahçe işlerine yetişmeye çalıştım.
Köy okulumuzda iki derslik vardı ama öğretmen tekti, her sınıfa ancak günde bir ders verebiliyordu.
Birinci derslikte; birinci, ikinci, üçüncü sınıflar, ikinci derslikte, dördüncü ve beşinci sınıflar bulunduklarından öğretmen birinci dersliğe girdiğinde ikinci derslik, ikinci dersliğe girdiğinde birinci derslik gürültü yaptığından her gün gürültü yapanlar sıra dayağından geçiriliyordu.
Sıcak veya dondurucu havalar fark etmez, her Pazartesi ve Cumartesi günleri öğretmen öğrencileri kapı önünde sıraya sokarak bayrak töreni öncesi tırnak ve saç kontrollerini yapar, saçları uzun öğrencilerin saçlarını elindeki makasla birkaç yerinden derin çukurlar oluşturacak şekilde keserdi. Tırnakları uzayan öğrencileri elindeki değnekle eller kızartılıncaya kadar dövdükten sonra bayrak törenine geçilirdi.
Taş mahalledeki evimizin okula uzak oluşu nedeniyle öğlen yemeğimizi aynı mahalleli ve bizden de uzak yerlerden gelen çocuklarla birlikte okulda yemek zorundaydık.
Annemin bize kesip diktiği giysilerden artan dokuma bezden diktiği bir çantam vardı. Bu çantaya kitap, kalem, defter ve öğlen yiyeceğim azığım konuyordu.
Annem, her gün farklı yiyecekler koymaya çalışsa da bunlar; bir iki dilim sac ekmeği, bir dilim peynir, bir tane kaynatılmış yumurta, kışa girinceye kadar bir domates veya salatalık, bazen de ekmek dilimleri arasına sürülmüş tereyağı veya kaymaktan oluşuyordu.
Öğlen tatilinde aşağı ve yukarı mahalle çocukları yemek yemek için evlerine giderken Nüşkuşağı, Mandere ve Taş mahalleli çocukların çantalarında getirdikleri yiyecekleri birleştirip mevsimine göre sınıfta sıraların üzerinde, sıcak havalarda bahçede yere serdiğimiz yiyecekleri birlikte güle eğlene yiyerek karnımızı doyuruyorduk. O gün çantası boş gelen öğrenci veya öğrenciler utanarak gelip soframıza katılır, getirdiğimiz yiyecekleri paylaşarak sofradan kalkardık.
Her gün okul bitiş zili çaldıktan sonra alt sınıflardan oluşturulan nöbetçi öğrencilerin başlarında beşinci sınıftan bir öğrencinin başkanlığından okul silinip süpürülüp temizlendikten sonra evlerimize gidebiliyorduk. Bir gün sonraki nöbetçiler okula erken gelip temizliği gözden geçirdikten sonra kış aylarında sobayı yakmak ve akşam okulu temizlemek zorundaydılar.
Umutlarla beni okula gönderen babam hastaydı...
Hastalığına rağmen boş durmuyor, ekilecek tarlaları sürüp ekiyordu.
Havaların güzel olması nedeniyle ben okula güle eğlene gidip gelirken onun hastalığının farkında değildim. Tarlalarımız sürülüp ekinler ekildikten sonra hastalığı artarak yataklara düştüğünde ancak anlayabilmiştim.
Babamın okuması yazması var mıydı bilmiyorum? O hasta haliyle her gün okul dönüşü beni yatağının başına çağırarak okuma yazmayı öğrenip öğrenmediğimi kontrol etmeye çalışıyordu.
Okula başladığım o yıl kış erken gelmişti, sürekli yağan karlar ve giderek şiddetlenen soğuklara rağmen annemin kendi elleriyle dokuduğu içlik, koyunlarımızın yünlerinden eğirip ördüğü çoraplar, kazak ve önlük dışında üstümde doğru dürüst üst-baş olmadığından titreyerek okula gidiyor, aynı koşullarda eve dönüyordum.
Ayaklarımda Ankara lastiği denen kara lastik ayakkabılarla diz boyu karda mahalle arkadaşlarımla düşe kalka okula gidip gelirken ellerimiz, ayaklarımız ve yüzümüz donacak gibi oluyordu. Akşamları eve gelir gelmez hasta yatağında inleyen babama bakmadan ocakta yanan tezek ateşinde ısınmak için ocak başına koşuyordum. Ocak başında ısınmaya çalışırken el ve ayaklarım sızım sızım sızlamaya devam ederdi.
Kışın evlerimizden okula götürdüğümüz birkaç odun parçasıyla tutuşturulan soba çevresini zor ısıtıyordu.
Evlerimizde elektrik yoktu, bir mum ışığı oranında aydınlatan idare lambası acil durumlarda yakılıyordu. Sobamız olmadığından kış aylarında evin bir köşesinde bulunan ocakta yanan ateşin çevresinde ısınmaya çalışıyorduk; ısınmak için herkes gibi tezek önemli yakacağımızdı.
Daha okulun birinci dönemi bitmeden babam küçük beş çocuğunu arkasında bırakarak göçüyordu bu dünyadan.
Ailenin en büyük çocuğuyum ve bir yol ayırımında kalmıştım. Artık okula gitmeyecektim. Evdeki mal davarın, çocukların bakımı, ev işleri anneme kalmıştı. Annem bu kadar yükü tek başına kaldıramazdı, okulu bırakıp yardım etmek zorundaydım.
Babam defnedildikten birkaç gün sonra kendini toparlayan annem: “Oğlum ben çocuklara, mal-davara bakarım sen okuluna git” dedi.
Düşe kalka yeniden düştüm okulun yoluna.
O yıllarda köyde yaşayanların çoğu bizim gibi fakir insanlardı. Onlarda da üst-baş yoktu. Onlarda üşüyor ve düşe kalka okula devam ediyorlardı.
Kışın buz gibi sınıflarda 30’a yakın çocuk, kardan ıslanmış paçalarımız ve ayakkabı içinde ıslanmış çoraplarımızla oturmak zorundaydık.
İlkbahara girerken eriyen karlar ve ardından yağan yağmurlar yolları çamura çevirirken taşan derelerden geçmek için suya girip çıkmak zorunda kaldığımızdan ıslanan üstümüz ve çamura batmış ayakkabı ve paçalarımızla okula ulaştığımızda okulun sobası yanıyorsa çevresinde üstümüzü kurutmaya çalışıyorduk.
Dördüncü sınıfa geçtiğimde öğretmenimiz tayın olmuş, onun yerine iki öğretmen atanmıştı. Öğretmenlerden biri; birinci, ikinci, üçüncü sınıfları, diğeri de dördüncü ve beşinci sınıfları okutmaya başladılar.
Ben ve benimle birlikte okula giden köylülerimiz bu koşullarda ilkokulu bitirdik. Hiçbirimizin evinde radyo yoktu, ayda bir ilçeden maaşlarını almaya giden öğretmenlerimizin ellerinde gazeteyi görmüştük. Yurt ve dünya olaylarından bihaber olarak yetiştik.
İlkokuldan sonra ortaokula başladığımızda durumumuzda bir değişiklik olmadığı gibi daha zor koşullarla karşılaştık. Barınmak için tuttuğumuz evlerde soba yoktu, kendi yemeğimizi kendimiz yapmak zorundaydık. Her hafta Cumartesi bayrak merasiminden sonra evlerimizdeki kirli çamaşırları kaparak Keban ile köyümüz arasındaki 22 km.lik yolu yaya yürüyerek gidiyor, Pazartesi günü daha horozlar ötmeden annelerimizin hazırladıkları ekmek ve yiyeceklerimizi ve yıkanmış çamaşırlarımızı kaparak Keban’a dönüp okula yetişmeye çalışıyorduk. Ortaokulu bitirdiğimde köy ile Keban dışına çıkmadığım halde kimsenin desteği olmadan, yol iz bilmeden Ankara’ya, Eskişehir’e, Diyarbakır’a, Malatya’ya, Tunceli’ye giderek yatılı okul imtihanlarına girmiştim.
Şimdiki öğrencilerin ellerinde tabletleri, cep telefonları, evlerinde çağımızın teknolojik tüm gereksinimleri mevcut. Daha okula başlamadan rahatlıkla yurt ve dünya olaylarını izleme olanakları var. Okudukları okulları evlerine yakın ise anne, baba veya büyük anne-babalar ellerinden tutarak okula götürüp getiriyor; evleri uzak ise servis araçları evden alarak okula götürüp getiriyor. Bizler o yokluklar, yoksulluklar ve kimsesizliklere rağmen çok şeyler başarmıştık. Saftık, eziktiktik, azıcık okumuş cahillerdik; fakat o zor koşullar içinde yetişen bizler zamanla bu günün birçok üniversete bitiren öğrencilerden daha fazla donanıma sahip olmak için çabalayıp durduk. Ali Oğuz/08.09.2024