KEMAL ÖZMEN ANISINA (1950-19 Mayıs 2024)
Kemal hoca, babamdan küçüktü ama onun çocukluk arkadaşıydı.
Onu ilk tanımam, 1975-76 yılları gibidir. Yaz aylarında Keban’a geldiğinde sıcak yaz günlerinin çoğunu babamla birlikte geçirirlerdi.
Sanıyorum 1960’ların sonlarında başlayarak gittikçe entelektüel bir niteliğe bürünmüş bu dostluk ilişkisi babamın 1990’da ölümüne değin de sürmüştü.
Kemal Özmen, o yıllarda Ankara’da Hacettepe Üniversitesinde öğrenci, babam da küçük bir ilçe olan Keban’da ilkokul öğretmeniydi.
Yaz tatillerinde Kemal Hoca her seferinde, elinde kitap dolu bir çantayla bize, bahçemize gelir, bazen de babam benim elimi tutar, biz onların bahçesine giderdik. Konu; kitaplar, yazarlar, şairler olurdu.
Keban gibi küçük taşra kasabalarında toplumsal yaşamın önemli yerlerinden biri de kahvehanelerdir ama Kemal Hoca, kahvehane, çay ocağı gibi yerleri pek sevmediğinden, ikisinin buluşma yerleri yukarıda da belirttiğim gibi, ya yeşil ağaçlarıyla Keban bahçeleri, Eski Belediye’nin halka açık Marmara Havuzu bahçesi, Kaleboynu’ndan barajı karşıdan gören küçük bir kahvenin önüne atılmış iki sandalye üstü, Salim Ağa’nın kahvesinin alt bölümünden çıkılan bir toprak damın üzeri, Fırat kıyıları, yeni köprü çevresi, Eski Buğday Meydanı içinde kalan oturma alanı gibi açık alanlardı.
Onlara arada sırada Keban’da veteriner olarak görev yapan Bedrettin Aykın, Mersin’den babamın öğretmen Arif Hikmet Şahin gibi dostları da katılırdı…
Babamla Kemal Hoca’nın konuşmaları, Türk ve Batı yazınından, kültüre, Keban’ın, Türkiye’nin, dünyanın yakın ve uzak tarihine doğru genişlerdi. Çocukluğumun düş gibi gelen bu insanları şimdi yoklar. Renkli kişilikleriyle, sıradışı söyleşileri, içten anlatımları, öyküleri öyle tazeydi ki, sanırdınız her anlatılan her kişi, yazar, komutan, düşünür, roman kahramanı köşe başından çıkıp da gelecekti.
Zamanın unutulmuşluğa yargıladığı şeylerden söz eden Kemal Özmen ve babam Sabit Bayındır’ın aydınlık seslerinde; bir toprağa, bir kente, bir kültüre, bir aileye bağlılık duygusunun ne denli güçlü olduğunu görmenizi isterdim.
Kemal Hoca, Fransız yazınına da Türk yazınına da dünya yazınına da çok egemen bir bilgi düzeyindeydi. Türk, Rus, Fransa ve öteki Avrupa yazınları onun sesinde eşsiz bir müzik yapıtı gibi sunulurdu.
Hem bu konularda konuşur hem babama sorar, kimi zaman da tatlı yazın tartışmaları olurdu. Babamın, Yılmaz Güney’in ödüllü “Boynu Bükük Öldüler” romanıyla ilgili “sanki bir Balzac romanı okudum” sözleri üzerine Kemal Hoca romanı Ankara’ya dönüşünde okuyup babama uzunca bir mektupla, romandaki tüm betimlemelerin gerçekten de Balzac’ın romanları düzeyinde olduğunu söylediğine ve babama hak verdiğine tanık olmuştum.
Yine, babamın ona armağan ettiği ve övgüyle söz ettiği, Fransız yazar Bernardin de Saint-Pierre’in “Milyarder” romanıyla ilgili bir eleştiri mektubunu da iyi anımsıyorum.
Babamın önerdiği; Günaha Son Çağrı, İsa Bu Köye Uğramadı gibi kitaplar da Kemal Hoca’nın gençliğinde onda iz bırakmış yapıtlardı.
Babamın ölümünden sonra bu kez de Kemal Hoca ile benim bağım güçlenmişti. Yaz aylarında geldiğinde arar, bir gün belirler ve buluşurduk. Birkaç bira açarak, bahçelerinde yaptığımız söyleşilerde konu yine Keban’ın geçmişi, yazın, şiirler, romanlar, kitaplar arada da siyaset olurdu. Onunla yılda yalnızca 1-2 günlük buluşmalarımız bile benim düşünce evrenimde büyük ufuklar açardı.
Kemal Hocam ile e-posta ya da telefonla sürekli bağlantımız olduğundan ona birçok şey sorar, onun düzeltme ve katkılarından yararlanarak yazılarımı dergi ya da sitelere gönderirdim. Bir kez çeviri ile yazdığım bir yazı üzerine ondan şöyle bir ileti almıştım:
*******************************
"Merhaba Cem,
Umarım iyisinizdir.
Yayımladığın yazılarını bana da gönderirsen sevinirim (Çeviri üzerine olan yazını tesadüfen internette gördüm!)
Ben iyiyim, şimdilik bir sıkıntım yok.
Mart-Nisan gibi ikinci kitabım yayımlanacak Tekin’de: “Özgürlük, Direniş ve Şiir”. İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman (Nazi) işgalinde Fransız entelektüel (yazarlar, şairler, sanatçılar) direnişini konu alıyor.
Ataol da kitaba bir önsöz yazacak. Cumhuriyet Kitap’ta da bir söyleşiyle birlikte birilerinin tanıtım yazısı olacak (belki Ataol yazar) …
Mart ortasına doğru ikinci aşıyı bekliyorum.
Keban Gazetesi’nin son sayısında, Nimrili şair Mehmet Bakır’la ilgili haber çok ilgimi çekti.
Biyografisindeki kopukluklar mı, fotoğrafındaki duruşu mu, şiir kitabını 1954’te İstanbul’da yayımlaması mı, genç yaşta ölmüş olması mı, ya da hepsi mi, bilmiyorum, çok uzaklarda kaybolmuş bir akrabaya duyulan sempati gibi bir şey doğdu içimde gazetedeki yazıyı okuyunca…
Kitabı Nadir Kitap’tan getirttim.
Bir solukta okudum kitabı ve şaşkınlık içinde kaldım: karşımda yirmi yaşında kumaşı oldukça iyi dokunmuş bir “memleketçi şair” buldum…Kuşkusuz, bizim topraklardan çıkmış çok genç bir şair olması, ilk ve tek şiir kitabını yetmiş yıl önce yazması şiirlerindeki kimi kusurları göz ardı etmem için yeterli bir nedendi.
Ancak, asıl şaşkınlığım Atatürk Kültür Merkezi’nin yayımladığı “Türk Dünyası Edebiyatçıları Ansiklopedisi”ndeki biyografisi oldu: karşımda ilahiyat eğitimi almış, şiirlerinde Allah, Peygamber sevgisini işlediği söylenen bir hacı hafız duruyordu…
“Bakırdan Ufuklar”ın şairiyle, şiirleriyle, diliyle, duyarlılığıyla, dünya görüşüyle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir hafız imam!…
Araştırmayı severim.
İkinci kitabına ("Hac Kılavuzu") ulaştım Milli Kütüphane’den; PDF’sini aldırdım kitabın.
Hiç ama hiç ilgisi yok bu hacı hafız, imam Mehmet Bakır’ın şair Mehmet Bakır’la…
Bir yazarın eseriyle biyografisinin farklı olabileceğinin bilincindeyim, ama bu çok farklı bir durum…
Bir karışıklık olduğuna; söz konusu Ansiklopedi’deki Mehmet bakır maddesini yazan kişinin Mehmet Bakır’ları karıştırdığına kesinlik derecesinde ikna oldum…
Oturdum, ilişikte gönderdiğim yazıyı yazdım, Keban’ın yazınsal ve entelektüel mirasına, Nimrili hemşehrilerimin kültürel geçmişlerine bir katkı olsun diye…
Yazıyı ve ilişikteki resimleri Pirhasan’a iletirsen memnun olurum; kendisiyle bir iki kez karşılaşmışlığım var, hepsi bu…
Yazıyı resimlerle birlikte tüm bir sayfada yayımlayabilirlerse memnun olurum.
Ayrıca, yazı üzerinde herhangi bir müdahalelerinin de olmamasını özellikle belirtmeni diliyorum.
Eğer bir fotoğrafımı da isterlerse gönderebilirim.
İlgine ve zahmetlerine şimdiden teşekkürler.
Sevgi ve dostlukla"
(Kemal ÖZMEN)
********************************************
Ardından da ikinci bir e-postası gelmişti:
******************************************
"Merhaba Cem,
Yazın geçmiş yıllardan çok şeyi hatırlattı, çağrıştırdı bana.
İlk Tercüme Bürosu komisyonunda yer alan Bedrettin Tuncel, benim 1978’de Hacettepe’de savunduğum doktora jürimdeydi (O gün Bedrettin Cömert öldürülmüştü).
Bedrettin Hoca Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanıydı. Olağanüstü bir Fransızcası vardı, Fransızlar dahil, ağzımız açık izlerdik konuşmasını, konferanslarını. Evinde herhalde yirmi bine yakın kitap vardı. 1980’de kalp krizinden öldü.
Benim için en dramatik anılardan biri de oğlu Orhan Tuncel’in babasının kitaplarını elden çıkarırken, bizim Bölümden birkaç Hoca arkadaşı da Bedrettin Beyin evine davet etmesiydi. Epeyce kitap aldığımı (tabii ücretini ödeyerek) hatırlıyorum.
Nurullah Ataç ile İlhan Berk’in Bedrettin Beye kendi el yazılarıyla sundukları iki değerli kitap kitaplığımdadır. (Bu arada, Tanpınar’ın “Beş Şehir” ve “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nün ilk baskılarının imzalı nüshaları da var kitaplığımda.)
Sabri Esat Siyavuşgil’in Fransızcadan yaptığı “Cyrano de Bergerac” çevirisi aslıyla yarışacak düzeydedir. Şiir çevirileri de oldukça iyidir Siyavuşgil’in. Nurullah Ataç’ın Stendhal’ın “Kırmızı ve Siyah”ının ilk cildini yayımladıktan sonra ölmesi üzerine, Siyavuşgil ikinci cildi tamamlamıştır.
Çeviri anlayışları birbirine yakındı Ataç’la Siyavuşgil’in; çeviride Türkçe söyleyişleri esas alırlardı; Ataç’ın söylemiyle, “muharrir Türk olsaydı bunu nasıl söylerdi” kaygısı baskındı.
Sabahattin Eyüboğlu’nun çeviri anlayışı ise daha çok özgün metnin biçiminden uzaklaşmamayı temel alıyordu.
Valéry’nin bir cümlesi üzerinde patlak veren Eyüboğlu-Ataç tartışması ünlüdür; aslında tartışma “habiter” fiili üzerindedir…
Fransızcada “oturmak”, ikamet etmek”, (bir yerde) “yaşamak” anlamındadır. Valéry’nin cümlesi “L’idée habite la prose, mais assiste, surveille, guide la poésie” (literal çevirisi şöyle yapılabilir: “Fikir nesirde yaşar, şiiri ise hazırlar, gözetir, ona yol gösterir”)
Eyüboğlu, “fikir nesrin içine yerleşir, şiire ise nezaret eder, refakat eder, yol gösterir”. Ataç ise cümleye, “Fikir nesrin içine çekilir, nazıma ise…” diye itiraz edince, epeyce ateşli, sert bir tartışma yaşanır; bir süre dargın kalırlar…
Bu simgesel tartışmada hayranlık duyulacak şey, her ikisindeki olağanüstü dil duyarlılığı ve kaygısıdır…
Bugün bu kaygıyı ara ki bulasın…
Valéry’nin cümlesi için bir iki şey daha söylemem gerekirse; Fransız şiirinde Valéry kadar şiir kuramı üzerinde derinlemesine düşünen bir başkası yoktur.
Valéry’nin Fransızcası şaşırtıcı bir derinliği içinde taşır, daha doğrusu bir matematik formülü gibidir; bu nedenle okunması kolay bir yazar değildir.
Kitabımda, Tanpınar-Valéry bölümünü yazarken, bir Fransız dostumdan destek almışımdır Valéry’nin kimi cümleleri için; arada bir, “bana öyle geliyor ki…” diye cümlesine başladığında ise çok rahatladığımı hissederdim!
Valéry, “fikir”in nesrin sahası içinde olduğunu söyleyerek, şöyle demiştir: şiirin içinde “fikir” meyvenin içindeki tat gibi olmalıdır…
Muhteşem bir öngörü…
Kitabımda Valéry’den yaptığım çeviriler Türkçede tektir ne yazık ki…
Bu arada beni de ünlü çevirmenlerin içine katmışsın, teşekkür ederim, ama ben o onur listesine girecek kadar çeviri yapmadım, kaldı ki çeviri alanım da değil…
Fransızcadan çeviri yapan ünlü çevirmenlerin eskilerden Samih Tiryakioğlu, Fehmi Baldaş, Hamdi Varoğlu’nu da eklemek gerekir.
Fransız edebiyatından en çok çeviri yapan ise Tahsin Yücel’dir; yaptığı çevirilerin sayısı 80’in üzerindedir. Benim çok sevdiğim bir hocamdı Tahsin bey. 1985’te Doçentlik jürimde bulunmuştu.
Sonraki yıllarda çok sayıda jüride birlikte olduk. Tahsin Hoca’nın çeviri anlayışı ise özgün metne mutlak bağlılıktı. Kimi zaman çevirilerinde, -biraz da öz Türkçe sözcükler nedeniyle-, Türkçe tadı vermeyen cümlelerine rastlamak az görülür bir durum değildir.
Hoca’nın öyküleri için ise, ayrıca konuşmak gerekir.
Rusça çevirmenlere Ataol Behramoğlu’nu da eklemelisin.
Necdet Adabağ yakın bir dostumdu; Dil-Tarih’te İtalyan Dili ve Edebiyatı bölümündeydi; sonra iki dönem dekanlık yaptı. Benden önce emekli oldu; sonradan pek görüşemez olduk. Cahit Sıtkı Tarancı’yı İtalyancaya çevirdi.
Onat Kutlar’ın sözüne katılırım.
Keşke şiiri örnekleseydi bu görüşünde.
Şiir çevirisinde benim için üç dil vardır: özgün metnin dili, çevirinin yapıldığı dil ve “şiirin dili” …
Başından beri bizim çevirmenlerin ihmal ettikleri ya da bilmedikleri işte bu üçüncü dil: “şiirin dili”. Şiiri çeviriyorlar hem de hem biçime hem de anlama bağlı kalarak; ancak, çevirdikleri metnin Türkçede “şiir” olmuyor. Oysa, çeviri şiirinin Türkçede de şiir tadı vermesi gerekir…
Bülent Bozkurt (Hacettepe İngiliz Dili’nde Hocaydı) Shakespeare’i çevirdi aslına sadık; ancak, çevirisi Türkçede diyet yemeği tadı vermiştir benim için… Talat Sait Halman’ın Shakespeare’den çevirdiği soneler ise Türkçede de şiirdir…
Talat Hoca’yı çok severdim. Bilkent’te Türk Edebiyatı Bölümü’nü yönetirken, lisansüstü derslere (Fransız edebiyatı bağlamında) seminer vermem için çağırırdı beni. Dramatik bir anımı da aktarayım
Talat Hoca’yla ilgili: emekli olunca, Bilkent’e kendi Bölümünde ders vermemi çok istiyordu. 2014’te, galiba Aralık ayı içinde, bir hafta başı aradı sekreteri. Konuştuk, beni ertesi hafta Bilkent’te Semih Tezcan’la birlikte (Semih Bey o zaman aynı Bölümdeydi) öğle yemeğine davet etti. Hafta sonu, Cumartesi günü evde kahvaltı yaparken gazetede vefat ettiğini öğrendim. Şok oldum. Pazartesi günü Bilkent’te tören vardı. Salonda tabutu sahnedeydi ve öğle vaktiydi…
Ağladım için için…
İletinin son paragrafının çağrıştırdığı son bir not: 1980’li yılların ortaları olsa gerek, Seçkin Cılızoğlu’nun çevirisiyle Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık”ını okuyorum, kitap diliyle (çeviri olmasına karşın) çarptı beni.
İktisat Bölümünden frankofon bir arakadaşım, masamda kitabı görünce, “bunun Fransızcası var bende” dedi; kitabı getirdi sonra. 20-25 sayfayı ancak okuyabildim ve çok sıkıldım, çünkü dildeki “büyü” uçup gitmişti. Çevirileri karşılaştırdığımda, anlam aşağı yukarı aynıydı. Düşündüm: peki bu farklılığı ne yaratmıştı? Neden Fransızcasında dil kupkuruydu, Türkçesinde ise akıp gidiyordu?
Açıklamam şuydu (bugün de aynı görüşteyim) Marquez’in “büyülü”, masalımsı, doğaüstü (surnaturel) diline Fransızcanın akılcı, nesnel, kuru dil mantığı pek uygun düşmüyordu; oysa, Türkçe bu masal havasıyla şaşırtıcı biçimde örtüşüyordu…
İşte böyle sevgili Cem, ortaya “çeviri” diye bir top attın, onu "çevirmeye" çalışırken bak nerelere götürdün beni...
Yazılarına devam et. Giderek daha fazla ayrıntı yakalamaya çalış...
Selam ve sevgilerimle.
Küçük bir not: Eğer okumadıysan, Hilmi Ziya Ülken’in “Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü”nü mutlaka okumalısın. Çevirinin kültürlerarasılık bağlamında düşünce, sanat, edebiyat hayatını nasıl mayaladığını, uyardığını geniş bir tarihsel perspektif içinde göreceksin."
(Kemal ÖZMEN)
**********************************************
Kemal Özmen Hocam olağanüstü nezaketi, ilkeli yaşamı, çok yönlü kişiliğiyle, Türk yazın, düşün ve akademi yaşamında yer edinmişti, şimdi büyük bir boşluk bırakarak aramızdan ayrıldı. Kendimi bu boşluğu en çok duyumsayanlardan biri olarak görüyorum. Genç bir yaşta, toplumumuzu yetkin yapıtlarından yoksun bırakarak ölümü derin bir üzüntüdür içimde.
Akla ve bilgiye inanan bir bilim insanı olarak güçlü duygularıyla da etkileyiciydi Kemal Hoca. Amcamın çocukken yaşadığı bir kazayı öyküye dönüştürüp ona yollamış düşüncelerini sormuştum. Kemal Ağabey, o kazada kendisinin de yaralandığını, çocukluğunun en üzücü olaylarından birini o gün yaşadığını söylemiş şöyle anlatmıştı:
**************************************
"Merhaba Cem,
Amcanın anlattığı öykü, -öykünün girişi çok güzel-, beni elli beş yıl öncesine götürdü.
O kamyon kazasında ben de vardım.
Şoför Hacı'nın üstü açık kamyonunun kasasında iki tarafa uzatılmış tahta kerevetler üzerinde oturuyorduk. 35 kişi dolayındaydık. Ben en arkada sağ tarafta ikinci sıradaydım.
Nasıl olduğunu anlayamadan, kamyon birden yoldan çıkıp yan yattı ve iki takla attı. İlk taklanın etkisiyle kamyonun üzerinden fırlayıp yere dik biçimde düştüğümü ve ardından dağa doğru koştuğumu hatırlıyorum. Çığlıklar, bağrışmalar, sağa sola koşuşturmalar, ağlamalar...Korkunç bir panik yaşanıyordu.
Kamyon eski bir dere yatağında tekerleri havada duruyordu. Üste kamyonun altında Bekir'in ayağına bir demir saplanmıştı. Korkunç çığlıklar atıyordu. Altta ise, Şoför Latif'in kafası kuma gömülmüş ve omuzlar üzerine kamyonun ön kısmı binmişti. Önce kumu eşeleyerek Latif’i çıkardılar, sonra da yanılmıyorsam krikoyla arabayı bir miktar kaldırıp Bekir’i kurtardılar.
Şimdi tam hatırlayamıyorum kim olduklarını, ama birileri kamyonun motor kısmında bir boruyu (rot kolu mu, fren sistemiyle ilgili bir şey mi ??) yerinden çıkarmaya çalışıyorlardı. Kamyonun fren patlaması gibi bir sebepten dolayı devrildiği süsünü mü vermek istiyorlardı, bilmiyorum. Zihnimde bu imaj öyle donup kalmış.
Yaralılar diğer araçla Keban'a götürülürken, biz, bir grup Hamzikân'a doğru yürümeye başladık. Bu arada, yola çıkmadan okul şapkamı ve kumanya torbamı arayıp buldum! Torbamda iki yumurta, birkaç dal yeşil soğan ve bir parça ekmek vardı. Yumurtalar kırılmamıştı!
Yolda, bir ağacın gölgesinde biraz dinlendik, bir şeyler yedik. Sonra yarım saatlik bir yürüyüşün ardından köye ulaştık. Muhtarın evine gittik. Ayran ve yiyecek bir şeyler ikram ettiler. O arada rahmetli babam, yanında birileriyle, büyük bir telaş içinde içeri girdi. Babamı ağlarken görmek çok etkilemişti beni. Belediye'nin cipiyle (sonradan galiba bir iki araba daha gelmişti) Keban'a döndük. Haftalarca kâbuslar görüp durdum.
Bu kazanın yol açtığı travmanın izleri yıllarca sürdü bende. Üç şey hâlâ zihnimde kazılıdır: ters dönmüş kamyon, göğe yükselen çığlıklar ve kesif bir mazot ve yağ kokusu...
2005'te Yasin'in arabasıyla bir yaz günü Hamzikân’a gitmiştik.
Kamyonun devrildiği yeri görünce hem çok heyecanlandım hem de şaşırdım. Çocuk zihnimde derin bir uçurumu andıran dere yatağı meğerse yola on beş-yirmi metre uzaklıkta yumuşak meyilli bir yermiş...
Bu kazada hayatımızı kaybetmiş de olabilirdik. Ölmüş olsaydık, yakınlarımız, "bu çocuklar burada 11-12 yaşında ölmek için mi doğmuşlardı?" gibi bir soruyu kuşkusuz sormayacaklardı; çünkü, bu kaza "takdir-i ilahiydi!
Varoluşçuların "insanlık durumu"yla ilgili sorguladıkları en temel kavramın "absurde" olmasına şaşırmamak gerekir. "Absurde" kavramı Türkçeye "saçma", "saçmalık" olarak çevrilmiştir ki, yanlıştır.
Doğrusu "akılla kavranamayan, açıklanamayan"dır. Hayat "saçma" değildir; hele "değersiz" hiç değildir. Hayat akılla kavranamayandır, açıklanamayandır. Neden doğduğumuzu bilmediğimiz gibi, neden öldüğümüzü de hiç bilmeyeceğiz. Albert Camus, 1960 yılında, Gallimard Yayınları sahibi dostu Gaston Gallimard'ın arabasıyla Lyon'dan Paris'e gelirken, Paris yakınlarında yol kenarındaki asırlık bir çınar ağacına çarpan arabanın içinde ezilerek ölmüştü. Cebinden ne çıkmıştı, biliyor musun? Lyon-Paris tren bileti!
46 yaşında ölen Camus'nün "absurde" felsefesini konu alan tüm kitapları da Gallimard'da yayımlanmıştı...
İşte, sevgili Cem hayat böyle bir şey...
Malraux, "İnsanlık Durumu" adlı romanında şöyle der: "La vie ne vaut rien, mais rien ne vaut une vie": "Hayat hiçbir şey etmez, ancak hiçbir şey de hayat kadar değerli değildir"...
Selam ve sevgilerimle,"
(Kemal ÖZMEN)
****************************
Yıllar önce bir gece Ankara radyolarından birini dinlerken, radyoya bir genç bağlanmış ve tüm yaşamına en büyük etkisi olan insanlardan söz ederken, “Prof. Dr. Kemal Özmen” adını da söyleyivermişti. Genç; sunucuya, heyecanla, “onu tanımanızı, dinlemenizi isterdim, tüm yaşamıma verdiğim yön onun etkisiyle oldu” demiş ve hocaya övgüler yağdırmıştı.
Evet; Kemal Hoca da benim de yaşamımı etkileyen bir kişilikti. Aydınlandığı ışıktan yalnız kendisi ve çevresine değil tüm topluma pay dağıtabilmişti. Yalnız iyi bir bilim insanı değil bilgisini okurla, öğrencileriyle, bizlerle paylaşan bir kültür ve yazın insanıydı. Yalnızca yetkin de değil etkin bir insan demek daha doğru olur.
Evet, Onat Kutlar’ın dediği gibi “Ondan zamansız ayrılışımız ‘dün’den değil de ‘yarın’dan ayrılış gibi acı ve anlamsız oldu”. Onu hep anımsamaktan başka yapacak bir şey yok…
Onun dil ve yazın duyarlığını, dilde ve yazımdaki hatalara karşı haklı ve sert tutumunu tüm okur-yazarların örnek alması gerektiğine inanıyorum. Hocamın sıkça dediği gibi “yaşam geride bırakılan bir izdir”, gerçeğe, bilgiye, akla, insana saygıyı hiç elden bırakmadan.
André Malraux da “bu haritada bir iz bırakmak gerek”. demiş… Evet bir “iz” bırakmak. Bir insandan, bir bilim insanından, bir öğretmenden, bir ağabeyden kalan tam da budur. Öğrencilerinde, arkadaşlarında, sevdiklerinde sürüyor olmak…
Ruhu şad olsun…