Bir zamanlar ateş yakmak için bir kibrit çöpünün değeri çok kıymetliydi. Teknolojinin olmadığı yıllarda paranın da kıymeti oldukça fazlaydı. Çünkü ne ceplerde nede cüzdanlarda, para ya az bulunurdu ya da hiç yoktu. Kısacası olmayan şeyin, sadece kıymeti olurdu. Kıymeti olanında zaten kendisi yoktu.
Ülkemizde son yarım asır öncesine kadar insanlarımız sayısal olarak çoğunlukla köylerinde yaşıyorlardı. Köy yaşamı asırlardan beri neden tercih edilmiş diye düşünürsek eğer, şöyle izah edeyim. Eskiden tabi ki rahat yaşamı isteyen insanlarımız vardır muhakkak. Fakat mesele iş ve aş ikilisinde muhtemelen düğümlenip kalıyordur. Çünkü sanayi sektörünün ne kendisi vardı, ne de adını sanını duyan olmuştu. Belki Avrupa ülkelerinde yaşayan insanlarımız varsa eğer, 1800 yıllarının sonlarına doğru sanayi nedir duymaya başlamıştır. Ama Cumhuriyet öncesi sanayi denen bir sektör yoktu. Osmanlı zamanında tek tük fabrika açılmış olsa da, bunun adına sanayi sektörü diyemezdik. Hal böyle olunca halkımızın büyük çoğunluğu Köylerde yaşamak zorundaydı. Kısacası insanlarımız kolay yaşam yerine, aç kalmayacakları bir yaşam şeklini tercih etmek zorundaydı. Köylü atadan dededen kalan az veya çok bir toprağı varsa eğer, gece gündüz çalışıp çabalayıp o toprağı işler aşını çıkarırdı. O zamanlar şu anda ki gibi zengin insanlarımız da olduğunu biliyoruz. Fakat fakirin sayısı zenginin başında ki saçın sayısından daha fazlaydı. Durum böyle olunca, köylü yeter ki tarlasından az çok buğday elde ede bilsin. Buğday olunca gerisi kolay, un bulgur eksikliğini giderirdi. Buğdayın samanı sayesinde imkanı ölçüsünde büyük veya küçük baş hayvanın sahibi de ola bilirdi. Evinde hayvanı olan köylünün sütü peyniri yağı da olunca, yaşamını sürdürme şansı olurdu. Bu kolay bir yaşam şekli tabi ki değildi. Tarlayı ekip biçmek, evinde ki hayvanları aç susuz bırakmadan uzun kış aylarından yaza kavuşturmak, hiç kolay değildi. Fakat dedik ya, insanlarımız o yıllarda kolay yaşamak bir tarafta dursun, yaşamını sürdüre biliyorsa eğer şükrediyordu. Bazı detaylara ara verip konu başlığı olan ''Ateş''e geri dönelim.
Fakir köylümüz o yokluk yıllarında her ne kadar evinde unu bulguru bulunsa da, onları pişirip aşa çevirmek için ocağında ateş olması gerekiyordu. Köylünün evinde bir kutu kibrit bulundurmak, hele hele o kutunun içinin kibrit çöpleriyle dolu olması öyle her köylüye nasip olmazdı. Bu yüzden ilkel metotlarla çakmak taşından faydalanıp ateş iliştirici bir yöntem vardı. Kibritin parayla satın alınacağı için veya pahalı olduğu için, 1960 yıllarında dahi kullanıldığına ben şahsen şahit oldum. Çünkü babam eskiden muhtar çakmağı denen benzinli ve fitilli çakmak kullansa da, çakmak taşı ile sigarasını yaktığına çocuk yaşta görmüştüm. Sanırım o yıllar 1960 öncesi veya sonrası zamanı hatırlatıyor bana. Çakmak taşından elde edilen kıvılcımı bildiğim kadarıyla yazmaya çalışacağım. Babam çabuk tutuşması için küçük eski bez parçalarından kav yapardı. Kavın yapılış şekli de şöyle. Eskimiş bir bezi baş parmağımızın tırnağı büyüklüğünde önceden kesip hazırlardı. Kestiği 10 - 15 tane civarında ki bez parçalarını, konserve kutusu gibi boş bir teneke kutuya atıp ocakta yanan ateşin üzerine koyardı. O bezler tenekenin dibinde kaldığı için alev almadan belli bir süre tutardı. Kısacası bezleri yağsız susuz bir şekilde adeta kavururdu. Ama bu teneke kutu belli bir süre içinde ateşin üzerinde tutardı, aksi halde alev almasa da kavrulup kül haline gelme ihtimali yüksek. Teneke kutuyu belli bir süre sonra ateşin üzerinden aldığı zaman, o küçük bez parçaları ''Kav'' olmuş olurdu. Yarı kavrulmuş o bez parçaları öyle bir hale gelmiş ki, kopma direnci sigara kağıdı ile sigara kağıdının nemli durumu kadar ancak vardır, az çekildiğinde kopar. Çünkü ben babamın yaptığı kavları alıp elimde denemiştim. Hatta rengi de gri ile füme karışımıydı. Babam iki parmak büyüklüğünde dövenlerin altında olan taşlara benzeyen çakmak taşının üzerine yaptığı kavlardan bir tanesini koyardı. Sonra bir demir parçası ile bir birine hızla çarpıp kıvılcım çıkarıp, kavın tutuşmasını sağlar sigarasını yakardı. Not: Biraz araştırma neticesinde öğrendim ki, Babamın çakmak taşına vurduğu demir, sertleştirilmiş çelik olursa kıvılcım daha iyi elde ediliyormuş. Çünkü ham demir olsa her darbede ezileceği için istenilen kıvılcım çıkarmaz.
Köylünün evindeki ocağın ateşinin sönmeyip devam etmesi, komşularıyla haberleşme içinde olmasına bağlıydı. Çakmak taşıyla ateş yakmak sanırım beceri isteyen bir iş olmalı ki, köylü ya kendi ateşini yanık tutacak, ya da komşusu ocaktaki ateşini yanık tutarmış. Evlerde ki ocakların ateş devamlılığı ise, birçok evin komşu evle aralarında ki duvara açtıkları küçük pencere sayesinde sağlanırmış. Ablamdan duyduğumu yazıyorum. Bizim yani Dummucu gilin evle, Karahasan dayının evlerinden bir birlerine açılan küçük bir pencere varmış eskiden. Ocağın ateşini yakarken önce Karahasan dayı gile sorarmışız. Onların ocağı yanıyorsa eğer küçük kül küreği ile iliştirecek ateş alır kendi ocağımızı yakarmışız. Aynı şekilde Karahasan dayılar da bizden ateş alırlarmış. Sonuç olarak Nimri köyümüzün evlerinde, eskiden böyle komşularıyla ateş alış verişi yapıldığını da hatırlatmış olduk. Bu önemli konuyu sadece Nimri köyü olarak düşünmeyelim. O yıllarda sanırım ülkemizin hemen hemen her köyünde buna benzer ateş yardımlaşması olması gerek. Konuyu toparlayacak olursak eğer, köylü için bir tek kibrit çöpünün ne kadar değerli ve önemli olduğunu bilip, şu anda ki halimize şükretmemiz lazım.
Konu yazısı içinde ismi geçen Hakka uğurladığımız canlarımıza, Allah rahmet eylesin mekanları cennet olsun