Bugun...


YAZAR : SELAHATTİN YALÇINER

facebook-paylas
KUZULAR VE GIDIKLAR
Tarih: 16-11-2024 14:46:00 Güncelleme: 16-11-2024 14:46:00


KUZULAR VE GIDIKLAR

 

Bir zamanlar köylerimizin içinde keçiler koyunlar yaşardı tıpkı bizler gibi. Köylü köyünü terk edince koyunlar kuzularıyla, keçiler gıdıklarıyla birlikte onlarda terk ettiler köylerimizi. O zamanlar her evin üç beş koyunu ve keçisi vardı. Kış yoluna gidip yerine bahar gelince, koyunlarımız keçilerimiz baharla birlikte kimi kara gözlü kimi ela gözlü yavrularını dünyaya getirirlerdi. İşte o zaman anne babalarımız hem davarların sayısının çoğaldığına sevinirlerdi, hem de sütün yoğurdun bereketine kavuştuklarına sevinirlerdi. Biz çocuklar süt yoğurt derdinde değildik o yaşlarda. Bizim tek sevinç kaynağımız, henüz doğan kuzular ve gıdıklardı. Kimi siyah kimi beyaz gıdıklar kuzular, hatta alaca bulaca renkler, hepsi bir birinden güzel dünya tatlılarıydı. Biz çocuklar kardeşlerimiz arasında, henüz doğan bu yavru kuzular veya gıdıklar için tatlı bir rekabet başlardı. Kara gözlü minik yavruların içinden bu benim kuzum dediğimizde, çoğu zaman diğer kardeşimizden itiraz gelirdi. Hele hele o minik yavru farklı renklerde olunca, kardeşler arasında rekabet daha da fazla kızışmaya başlardı. Öyle durum olurdu ki, bu isteğimiz veya itirazlarımız annemize kadar giderdi. Bu itirazlarımızın çözüm merci için anne dedim baba diyemedim. Çünkü o yıllarda anneler sultan babalar padişahtı. Babamıza böyle önemsiz konular için gitmek ne haddimize, az önce dediğim gibi meseleyi annemizin çözmesi en doğru yoldu. Köyümüzde belki bazı babalar daha ılıman oluyordu. Ama maalesef benim babam Dummucu İbrahim tam bir Padişahtı. Dummucu ne yapsın 8 çocuk babasından ılımanlık beklemek abesle iştigal sayılırdı zaten.

Mazide kalmış bu anıları yaşayan orta yaş kuşaklarımız, her ne kadar yeni nesillerimize anlatsalar da nafile. Çünkü ömründe bir gün dahi köylerimizin o halini görmeyen yaşamayan gençlerimiz için, onların dinlediği ve onlara anlatılan bu anılar sadece bir masaldan öteye gitmez.

Bu yazıyı yazarken, kendimi bir an Nimri köyümün karşısında olan Gülhane tarafında hayal ettim. Bir zamanlar Keban Madeninden çıkarılan cevherlerin eritilip işlenmesi için, Nimri köyümün dağlarında olan tüm ağaçlar Keban Maden Emirliği tarafından kestirilmiş. Sadece Gülhane dediğimiz Nimri köyümüzün karşısında ki yerde, o eski orman kalıntılarından beş on tane çam türü ağaç kalmış. Bende Keban Madeni için kesilip yok olan, Gülhane deki o eski bize yadigar kalan küçük çamların oradan köyüme hayaller kurarak baktım. Gözlerim köyün en aşağı tarafından başlayıp, ta ki Ağbaba'nın göğsünde olan Kösenin bağına kadar dolaşıp durdu. Bazen sabahın erken saatine gidip, köyümün çobanlarını hayal ettim. Bazen her evin kapısından üç beş davarını karşı başındaki çobana yetiştirme telaşında olan, annelerimizi ninelerimizi hayal ettim. Lakin hayallerimi hep boşuna kurmuştum. Çünkü ne çobanın haylayın gele sesini, ne de annelerimizin koştura koştura götürdükleri koyunların boynunda ki çıngırak seslerini maalesef duyamadım. 

Gülhanede kurduğum hayallerime gelmeyenler sadece bunlarla sınırlı değil ki. Sabahın ilk aydınlığı ile birlikte, Nimri köyümüzün üstüne güneşin kızıllığı vururken, her evin önü bayram yerine dönerdi. Yayık sesleri duyulmaya başlayınca, annelerimiz bacılarımız kollarında bakraçlar sırtlarında Palu kürzeleri (testileri) köy çeşmesinin yoluna düşerlerdi. Nineler dedeler babalar yetişkin gençlerimiz, bahçelerine doğru ilk gidenler olurdu. Yayık ve evin genel işleri bitince, anneler ve bacılarımız kollarına taktıkları sepet veya mendillerin içinde, sabahın erken saatinde bağa bahçeye gidenlere ekmek ve katık götürürlerdi. Kimi öğlen saatinde kimi akşama doğru, kollarına taktıkları sepetlerin içinde sebze meyve, sırtlarında götüre bildikleri kadar yakacak taşırlardı köydeki evlerine. O zamanlar köylümüz ekmeğini bağından bahçesinden tarlasından çıkardıkları için, adeta arı gibi çalışırlardı. Bahar ve yaz aylarında sebzenin meyvenin tadını keyifle çıkarsalar da, kışa hazırlık için bağından bahçesinden elde ettikleri çalı çırpıyı taşımak zorunda kalırdı. Kısacası hiç kimse evine eli boş dönmezdi. Daha net söylemek gerekirse, o eli öpülesi ninelerimiz ve annelerimizin bahçe dönüşü, tırnaklarıyla ekip yetiştirdiklerini elleri ve sırtlarıyla taşırlardı...

Selam ve saygılar.

Selahattin Yalçıner.



Bu yazı 571 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

HAVA DURUMU
YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
4036 Okunma
3732 Okunma
3377 Okunma
3271 Okunma
3217 Okunma
2632 Okunma
2504 Okunma
1142 Okunma
1125 Okunma
911 Okunma
798 Okunma
795 Okunma
783 Okunma
740 Okunma
696 Okunma
684 Okunma
653 Okunma
620 Okunma
594 Okunma
589 Okunma
575 Okunma
561 Okunma
549 Okunma
520 Okunma
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ

Web sitemize nasıl ulaştınız?


HABER ARA
YUKARI