ANALIK
Kocası vefat ettikten sonra, cenaze kaldırılıp herkes evine dönmüş; Have kışın dondurucu soğuklarında tek göz dam evinde çocuklarıyla baş başa kalmıştı. Sürekli ağlayıp duruyordu fakat aynı damın altındaki çocuklarını ve hayvanlarını da aç sussuz bırakmamak için bir işten diğerine koşturup duruyordu. Kocasının yokluğunda ne yapacağını hesaplamaya çalışıyordu. Kocasının bıraktığı boşluğu ve çocuklarının geleceğini yönlendirmek için ne yapabilirim diye çareler araştıryordu. Acısını kalbine gömmek zorundaydı. Ağlayıp sızlamanın karın doyurmayacağını çok iyi biliyordu. Çünkü çocukluğundan başlayarak çektiği acılar, yaşamı boyu yüzüne gülmeyen kaderine isyan etmnin kendisine bir fayda sağlamadığın biliyordu. Dik durmaya çalışacak, yürekten gelen derin acıyı çocuklarına hissetirmemeye çalışarak onların hayatta kalması için var gücüyle çalışmak zorundaydaydı.
Kocası vefat ettiğinde geride kalan beş çocuğun en büyüğü, on beş yaşındaydı. O, daha beş aylıkken annesinin vefat etmesi sonucu öksüz kalmış, dört beş yaşına kadar babası ve gözleri görmeyen babaanesinin ellerinde zor bir yaşam sürmüştü. Kocası Have ile evlendiğinde ilk kez daha sağlıklı bir çocukluk ortamına kavuşmuştu. Yedi yaşına girdiğinde ilkokula başlamış fakat okulda edindiği birkaç arkadaşıyla birlikte sürekli okuldan kaçarak okulu bir türlü bitirememişti. Onunla okula başlayıp okulu bitirenler köy enstütülerine alınarak birkaç yıl sonra öğretmen olarak dönmüşlerdi. Onun okula başladığı yıllarda Have’nin ilk çocuğunu, üç yıl sonra ikinci çocuğunu doğurması onun kendini üvey evlat olarak benimsemenine neden olmuştu. Have, onu çocuklarından ayrırmamaya çalışıyordu. Fakat gün boyu bir işten diğerine koşturup eve döndüğünde küçük çocuklarıyla ilgilenmek zorundaydı. Bu durumu kıskançlıkla seyrederken bir yıl önce Have’nin doğurduğu ikiz çocuklardan sonra onun giderek evden kopmasına neden olmuştu. O ailenin büyük çocuğuydu, babası hayattayken imkanları ölçüsünde yapılacak işlere yardımcı olmaya çalışıyordu fakat, babası hastalandıktan sonra hiçbir işe elini sürmez olmuştu. Günboyu yaşıtı arkadaşlarıyla başı boş dolaşıp duruyor, sabah evden çıkıp akşamın geç saatlerinde eve dönüyordu. Hasta yatağında kendisine iş buyuran babasına ses çıkarmıyor, fakat hiçbir işe el sürmüyordu. Bütün işler analığı Have’nin üzerine kalmıştı. Babası vefat ettikten sonra bir akşam geç saatlerde eve geldiğinde analığı Have onu karşısına alarak:
“Oğlum, baban hayattayken hasta da olsa iyi kötü yaptığım işlerde yardımcı oluyordu, şimdi babanın yerinde sen varsın, arada bir bazı işlerin ucundan tut, ben her işe yetişemiyorum. Bak bu ufak çocuklar perişan.”
O, tek kelime etmeden analağının söylediklerini dinlemesine rağmen eskiden olduğu gibi sabahları kalkıp bir iki lokma ekmek yedikten sonra çıkıp, akşam yemeği sırasında eve dönmeyi sürdürmeye devam etti.
Kış tüm şiddetiyle devam ediyordu. Hayvanların yemlenmesi, suya götürülüp su ihtiyaçlarının giderilip getirilmeleri, yemlenmeleri ve bakımları, damların üstünde biriken karların temizlenmesi, çocukların bakımı, çamaşır ve bulaşık, yemek, kısaca evin tüm işleri Have’nin üzerine kalmıştı. O, bu evi geceleri yatacağı bir otel olarak kullanır olmuştu. Have şimdilik işlerini görüyordu; baharda çift sürülecekti, ekinler biçilip harmana taşınacaktı, harmanlar kaldırıldıktan sonra kışlık un ve bulgur değirmenlere götürülüp öğütülüp getirilecekti, bu nedenle onu sabırla izlemeyi tercih ediyordu. Günler geçiyor onun tavırlarında bir değişim olmuyurdu, bir akşam eve geldiğinde oturup yemeklerini yedikten sonra tekrar şansını denedi Have:
“Oğlum, artık baban yok, bu evin babası sensin. Ben işlere yetişemiyorum, artık işlerimizin ucundan sen de tut. Gün boyu nerelere gidiyorsun bilmiyorum, gitme demiyorum, yine git gez gel ama biraz bize destek ol!”
O, ne olumlu, ne de olumsuz tek bir cevap vermeden sadece Have’nin yüzüne bakmakla yetiniyordu. Dinliyordu, itiraz etmiyordu ama sabah uyandığında kendi bildiğini yapmaya devam ediyordu. Akşamları eve geldiğinde Have onu kırmamaya çalışarak ona nasihatlarda bulunsa da onun bir kulağından girip diğerinden çıkıyordu.
“Oğlum akıllı ol, bu ev hepimizin şimdi kış ama baharda ben tek başıma işlere yetişemem. Artık evin büyüğü sensin bu eve sen sahip çıkacaksın” diye ikaz ediyordu ama ikazları hep sonuçsuz kalıyordu.
Şiddetli geçen kış aylarının ardından havaların ısınmasıyla herkes evlerinden çıkarak bağ-bahçe işlerine koşmaya başladılar. O ise:
“Bunlar bana muhtaç, kimse bana karışamaz” diye düşünüyor olmalı ki babası vefat ettiği günden beri hiçbir işe elini sürmeden eve gelen yabancı bir misafir gibi hiç bir şeyle ilgilenmiyordu. Günler geçiyor, giderek havalar ısınıyordu. Köylüler bu yıl ekin ekilecek tarlalarında çift sürmeye başladıkları bir gün sabah evden çıkıp geç saatlerde eve dönmekten mutluluk duyar gibiydi. Eve her dönüşünde analığı Have:
“Oğlum, kurban olduğum, millet çift sürmeye başlamış, bizim de ekilecek tarlalarımız sürülecek, sana zahmet yarın Mandere’deki tarlamızı sürmeye başlasan diyorum.
Bu güne kadar yapılan nasihatlar karşısında susan büyük kardaş ayağa kalkarak:
“Sakın bana güvenmeyin, başınızın çaresine bakın. Ben çift mift süremem.”
“Yavrum, geçen sene babanız tarlalarımızın çoğunu sürüp ekti, haydi onu bu sene biçip yedik seneye ne yiyeceğiz?
“Bana mı güvendin? Yapamıyorsan birine ortaklığa verirsin.”
“Oğlum el alemin dolduruşuna gelme, bu tarlalar, tarlalardaki ekinler hepimizin, Ben şimdiden işlere yetişemiyorum kardeşlerinin durumu ortada, bana destek ol!”
“Ben yapamayacağımı söyledim, çeneni boşa yorma!”
“Yavrum, kim seni doldurmuş bilmiyorum ama tutuğun yol yol değil bilesin.”
“Benden size fayda yok, canınız ne istiyorsa onu yapın!”
Have, dilinin döndüğünce sesini yükseltmeden ona gitiği yolun yanlış olduğunu anlatmaya çalıştı. Fakat, Have’nin söyledikleri onun bir kulağından girip diğer kulağından çıkıyordu. Hergün, akşamları geç saatlerde eve yatmaya geliyor, bir işe elini sürmeden ertesi sabah bir yudum bir şeyler atıştırıp başını alıp gidiyordu. Have’nin ona yalvarırcasına söylediği yönlendirici sözlere artık tek cevap vermeye gerek görmeden bildiğini okuyordu. O kendi bildiği veya güvendiği bir kaç kişinin kendisine fısıldadığı yöntemlerle Have ve çocuklarını cezalandırmaya devam ediyordu. Have onun er geç yaptıklarından pişman olup evine ve işine döneceğini boşuna bekliyordu.
Köyde birçok aile tarlalarını sürüp herg yapmaya başlamıştı bile... Have’nin tarlaları sürülmeyi bekliyordu. Have, ikiz çocuklarını beş yaşındaki kızına bırakarak, ahırdaki gübreyi bahçeye ve sebze yerine taşıyıp ağaç köklerine ve sebze yerine yaydı. Bahçenin su kanalını açarak bahçeye suyun akmasını sağladı. İlkokula geçen yıl başlayan büyük oğlu okuldan gelir gelmez veya hafta sonları onu da yanına alarak birlikte işlerini toparlamaya çalışıyordu. Her sabah erkenden kalkarak ayranını yayıyor, sağılacak hayvanlarını sağıp yoğurt ve peynire dönüştüryor, çocukların üst ve başlarını yıkayıp yiyeceklerini hazarlamaya çalışıyordu. Bu koşuşturmalar sırasında bakraçlarını kapıp çeşmeye giderek yayılacak ayran, pişirilecek yemek ve çocukların yıkanıp paklanması için durmadan eve su taşımaktan işlere yetişmekte zorlanıyordu.
Have, üvey oğlunun ve bir iki komşusunun nankörlüğünü bildiği halde bilmiyormuş gibi her gün işine gücüne, çocuklarının ekmeği için katlanıp duruyordu. Kendisinin çektiklerini çocuklarına çektirmemek için gün ağarmadan kalkıp, hava kararana kadar durmamaksızın koşuşturup duruyordu. Evdeki işlerini bitirir bitirmez Mandere’de sebzeye, oradan dönünce bahçeye ve bağın bir bölümüne ektiği fasulyenin sulanması için kendini parçalayıp duruyordu. Günler geçiyor fakat büyük kardeşte bir değişim emaresi görülmüyordu. Değişen tek şey akşam yemeklerine ya yetişemediğinden, ya da takıldığı yerlerde karnını doyurup geldiğinden akşam yemeği aramıyordu. Gelir gelmez yatağını yere sererek uzanıp yatıyordu.
Have oğlu Ali ile birlikte bir gün ikindi vakti Mandere’den argın yorgun eve döndüklerinde kapı önünde oturan birkaç kişiyi görünce merak etti. Yanlarına geldiklerinde oturanların üvey oğlunun dayısı ve yanlarında getirdikleri tanıdık birkaç kişi olduklarını gördü. Have, içeriye girerek her birine birer minder çıkararak minder üzerinde oturmalırını sağladı. Her birine isimleriyle hitap ederek ayrı ayrı,
“Hoş geldiniz,” dedi.
Üvey oğlunun dayısı, “Hoş buldum” dahi demeden hemen söze girdi:
“Have biz...”
Have onun sözünü keserek:
“Yorgunsanız birer ayran vereyim”
“Have biz ayran içmeye gelmedik.”
Have kendisi ve yanında oğlu Ali ile birlikte gelen misafirler ne söyleyecekler diye beklemeye başladı.
Üvey oğlunun dayısı, söylemek istediği ve ağzında kalan baklayı çıkarıverdi:
“Have, yeğenim sizden ayrılmak istiyor, biz onun mal hissesini almaya geldik!”
Have, söylenenleri duymamış gibi bir süre diğerleri ne söyleyecek diye bekledi, fakat diğerleri bu işe karışmak istemiyormuş gibi kimse tek söz söylemeyince:
“Bu ayrılma yeğenin kendi fikri mi, yoksa siz mi bu işe ön ayak oldunuz?”
“Yeğenimin isteği, biz de akrabası olarak ona destek olmak için geldik!”
Have’nin gözleri yaşararak:
“O ayrılmak istediyse sen dayısısın, sen ona ‘Aç mı kaldın, çıplak mı kaldın, sokakta mı kaldın neden ayrılıyorsun?’ diye sorup, nasihat ederek gittiği yolun yanlış olduğunu anlatmadın mı?”
Dayı Have’nin sözünü keserek:
“Çocuk ayrılmak istiyor. Fazla söze gerek yok, biz onun hakkını almaya geldik.”
Have, onu ve dayısını ikna etmenin, etse bile bir daha eskiye dönüşün olmadığını anlamış olacak ki,
“Bu çocuk küçük yaşta annesiz kaldığında biriniz alıp bakmayı düşünmediniz. Babası benimle evlendiğinde daha dört beş yaşlarındaydı. Yedirdim, içirdim, bu günlere getirdim. Kendisine tek kötü söz söylemedim, şimdi ne değişti de hepiniz bu çocuğun peşine düştünüz.”
Dayı öfkelenerek,
“Bu çocuk artık kendi ekmeğini kendisi kazanacak yaşta, getirdiğim şahitlerin huzurunda çocuğun mal hisesini aldıktan sonra herkes kendi yoluna gidecek!”
Have anlayacağını anlamıştı:
“Anlaşılan siz benim ve çocuklarımın el alemin hizmetçisi, çobanı olacağımızı planlayarak gelmişsiniz. Şunu bilin ki: ben gebermeden onları el alemlere muhtaç etmem. Ben bu güne kadar onu çocuklarımdan ayırmadım, yanımızda kalırsa yine ayırmam. Mal da burada, ev de burada, kalırsa birlikte yapar, birlikte yeriz. Yok ille de gideceğim diyorsa bütün araziler benim, mal davar benim. Bu oturduğumuz evi de abim yaptırmıştı. Babasının bana getirdiği bir şey varsa söylesin vereyim alın gidin. Babasından bana tek dikili bir ağaç kalmadı. Bütün mal, mülk babamdan bana kaldı, evimdeki kap kacağı dahi kendim edindim.”
Dayı sesini yükselterek;
“Sen Sait’le evlendikten sonra bütün arazilerin onun üzerin geçtiğini söylediler. Sait öldüğüne göre malı mülkü çocukları arasında eşit bölüşülür, yeğenim de hissesini alır çıkar.”
“Malların hepsi babamdan bana kaldı, hepsi halen rahmetli babamı üzerine kayıtlı.”
“Duyduğuma göre Sait senin bibilerinin hisesini vermiş tüm malı kendi üzerine tapulamış, artık malın mülkün çocuklar arasında bölüşüleceğini bilmiyor musun?”
“Bibilerimin hissesini yetiştirdiğim mal davarla ben verdim, eğer bir şeyler umuyorsanız Keban orada gidip sorun.”
Dayı bu cevabı beklemiyordu. Bir süre düşündükten sonra, buraya kadar gelmişken boş gitmek istemiyordu,
“Canım araziler senin babanın üzerine kayıtlıysa, öküzler var, inek var, koyun keçiler var. Biz onlardan çocuğun hissesine düşeni istiyoruz.”
“Onlar da benim emeğimle var oldular. Babasının getirdiği bir şey varsa söyleyin vereyim alın gidin.”
Dayı aniden ayağa kalkarak:
“Have, bu çocuğun hakkını verin, yoksa bu işin sonu kötü olacak!” diyince Have, sabırla başladığı sözlerine sinirlenerek devam etti:
“Babası sizin damadınızdı, eğer bir şeyi vardıysa size getirmiştir. Benim evime tek iğne getirmedi, bu evdeki her şey benim emeğimle, çabamla var oldular. Söyleyeceklerin bittiyse yolunuz açık olsu, gidip istediğiniz taşa başınızı vurun. Ben sizi insan sandım da karşıma alıp konuştum! Elinizden geleni arkanıza bırakmayın, neye ve nereye isterseniz oraya gidin!”
Dayı öfkeyle kem küm bir şeyler söyleyerek diklenmeye çalıştı, bu durumun uygun olmayacağını düşünerek arkasına bakmadan beraberinde getirdiği kişilerle yollandılar; yeğeni de dayısının peşinde başını yere eğmiş bir vaziyette onu izleyerek gitti. Üvey evlat giderken yıllarca onu besleyip büyüten analığından bir helallik dahi almadan, ardına bakmadan dayısının peşine takılıp gitmişti. Kim bilir belki de dayısının onu ihya edeceğini düşünmüş olmalıydı. Evine, onu yıllarca çocuklarından ayırmayan analığına ve dört küçük kardeşine sırtını dönüp giden büyük kardeşi dayısı iki gün sonra götürüp çevre köylerden birine çoban olarak yerleştirip dönmüştü. Kardeşlerinin “El alemin çocukları,” olduklarını kafasına yerleştirenler, onu bir hafta dahi evlerinde tutamamışlardı. Have bunu duyduğunda gözlerinden yaşlar akıtarak oğlu Ali’ye:
“Ne diyeyim, bizim ekmeğimiz acı...acı... kime iyilik yaptıysak, kimi yedirip içirdikse sırtımızı döndüğümüzde bizi hançerledi!”
Have, küçük yaşından başlayarak gördüğü baskı, zulüm, şiddet, haksızlık ve korku; mal ve mülklerinin yağmalanması, talan edilmesi sonucunda yıllarca sindirilmişti. Zaman zaman çaresizliğe düştüğünde güveneceği bir akrabasının olmadığını düşünerek umutsuzluğa, çaresizliğe düşmüş, ezildikçe ezilmişti. Bu gün sırtındaki yüke rağmen başaramaz, perişan olurlar diyenlere inat ne pahasına olursa olsun kendisinin ve çocuklarının başkaları tarafından aynı duruma düşmelerine müsade etmeyecekti. Büyük bir savaşa hazırlanır gibi yapacağı işleri planladı ve ertesi gün hava ağarmadan öküzlerini önüne katarak Mandere’ye doğru sürdü. O bir sonraki hasat dönemi için tarlalarında çift sürecek, ekili tarlalardaki ekinini biçerek harman taşıyacak, harmanda düven sürüp ürününü kaldıracak ve günü geldiğinde ekinini ekecekti. Çocuklarını kimselere ezdirmeden çalışıp çırpınarak çocuklarını aç susuz bırakmayacaktı. Ali Oğuz/Have kitabımdan sayfa:106-112
Taş mahallede bir bölümü ayakta kalan evimiz