KİL VE SABUN HİKAYESİ
Toprak ana bağrında nice cevherler saklar. Kim emek harcamış kafa yormuşsa eğer, önce onun yaşamasını hatta daha iyi yaşamasını sağlamıştır toprak ana. İnsanlar bunun farkında oldukça, daha fazlasını elde etmek için daha fazla emek harcamışlar. Toprak ana çalışkan insana asla sırtını dönmemiş. Eli toprakta olan insana daha cömert davranmış. Bir yandan aşını verirken, bir yandan da, emeğin sahibinin hayatına nice faydalı şeyler katmıştır. Büyük ozan Aşık Veysel Şatıroğlu'nun dediği gibi, '''Benim Sadık Yarim Kara Topraktır''' Rahmetle andığımız Aşık Veysel üstadımız, toprak ananın insanlığa neler bahşettiğini gönül gözüyle görürken, bizler iki gözümüzle bunun ne kadarını görüyoruz? Bunun cevabını herkes biliyorum dese de, farkında olanın sayısı maalesef iki elimizin her on parmağından bir fazlasını geçmez. Elimiz ayağımız topraktan uzak kalmasın sözlerimi dile getirirken, bu yazımda toprağın insanlığa farklı bir faydasını hatırlatacağım. Ailemin en küçük evladı olduğumdan, benim hiç görmediğim ama büyüklerimden duyduklarımı aktarıyorum.
Bu konu sadece benim köyüm Nimri veya Keban yöremizde değil, eskiden hemen hemen yurt genelinde bilinen ve faydası görülen kullanılan bir toprak türü. İsmine '''KİL''' denilen toprak, Bayındır Denizli Nimri köylerinin hatta Saraycık köyünü de katarsak eğer, kısaca 4 köyün arasında olan bir yerden elde ediliyormuş. Bu Kil'in rengi duyduklarım veya hafızamda ki kadarıyla, bildiğimiz kül rengine benzeyen grimsi bir renk. Büyüklerimin anlattığına göre KİL'i, bildiğimiz sabun yerine kullanırlarmış. Çamaşır bulaşık en önemlisi banyo yaparken saçlara adeta şampuan gibi sürüp durulanırmış. Eskiden fakirlik diz boyu, belki değil illa ki sabun veya buna benzer temizlik malzemesi şehirlerde bulunurdu ama, mesele onları almaya yetecek kadar para gerek. Ayrıca su her köyün içinde olsa da, taşınarak eve getirilirdi. Hal böyle olunca bir yandan nüfus kalabalığı, bir yandan taşıma suyu üst üste birikince, imkanlar daraldıkça daralıyor. Daha gerçekçi olmak gerekirse eğer, bahsettiğimiz yıllarda her evde sekiz on nüfus vardı. Bu nüfusun yarısı kız çocuğu olduğu kesin. Eee o yıllarda köylerde kuaför olmadığına göre, haliyle kızlarımızın annelerimizin saçları genellikle uzundu. Uzun saç öyle bir iki tas suyla yıkanıp durulanması imkansız. Buna o yıllarda köylünün fakir fukaralığını da katarsak, kapıdan atılan bit pire gibi zararlı yaratıklar bacadan düşerdi. Demek istediğim fakir köylünün tek çaresi, sabun yerine kullandığı Kil.
Annem Fidan sultanın şimdi aklıma gelen şu sözlerini yazmadan geçmek olmaz sanırım. Henüz aklım erdiği 5 veya 6 yaşlarındayken, Annem Dummuda Kelo gilin küçük yazlakta ekmek pişiriyordu. Son baharın serin günleri olmalı ki, dışarıda olan ocak yerine içeride pişiriyordu. Herkes işe güce gitmiş olduğu için, sadece ben vardım Annemin yanında. Beni keyif için değil de sacın altına çırpı atmak için, ve bana çalı çırpı getirtiyordur kesin. Neyse Annem bir yandan yufka açıyor, bir yandan da sacda olan ekmek yanmasın diye var gücüyle çabuk çabuk dönderiyor. Bu hızlı çalışma yetmezmiş gibi, Annem kendi kendine yarı ağıt yarı türkü söyler gibi bir hal sergiliyordu. Söylemeye çalıştığı türkünün çoğunu da içinden söylerken, yüzünde bir hüzün olduğunu da asla unutamam. Annem öyle kendi kendine dalıp giderken, bana şöyle bir bakıp, '''perişanız gülüm perişanız''' sözlerini dile getirdi. Annemden duyduğum o sözlerin, fakirlik olduğunu o yaşımda anlamıştım ki, hala aklımda kalmış.
Tekrar KİL hikayesine dönüp gerçek sabundan bahsetmek istiyorum. Benim aklımın erdiği yıllarda sanırım 1960 gibi olabilir. Evimizde çamaşır bulaşık ve banyo için kullandığımız, yaklaşık 8x8 cm ebadında ve kare şeklinde yeşil sabun vardı. Bu yeşil sabunun kokusu hoşuma gitse de, tipini şeklini özellikle rengini ben hiç beğenmezdim. Çünkü sabunun rengi, henüz baraj yapılmadan kendi yatağında akıp giden Fırat'ın rengiyle bire birdi hemen hemen. Belki de başka evlerde zaman zaman gördüğüm, başka renkte olan sabunlar yüzünden de olabilir. Şunu da açıklamadan geçersem eğer, uğruna türküler ağıtlar yakılmış Fırat'a haksızlık olur. Yaz aylarında Fırat bizim eğlence kaynağımızdı. Yüzerdik oynardık 3,5 metre ileri gidip Fırat'tan kana kana su içerdik. Tek hoş olmayan tarafı, soğuk kış günlerinde rengi bana çok hüzünlü ve itici gelirdi. Fakat şu da bir gerçek, özellikle yaz aylarında banyo günleri giyindiğim temiz giysiler, misler gibi yeşil sabun kokardı. Sabun kokusu burnuma her geldiğinde, kendimi daha mutlu daha zinde hissederdim...
Selahattin YALÇINER