ASME BİBİ
Bir zamanlar dağın yamacından zirveye doğru inşa edilmiş köy evlerimiz, bir deprem veya doğal afet sonucu terk edilmiş gibiydi. Özellikle 1930’lu ve 40’lı yıllarda köylülerimiz peş peşe ovada yaptırdıkları evlere taşınırken; bu yamaçta geçmişte oturdukları evlerini yıkmış, temellerine kadar ne varsa sökerek götürmüşlerdi. Bu harabeyi dolaştığımızda ilk gözümüze çarpan çoğu evlerin duvarlarının temellere kadar kazılmış olduğuydu. İlk bakışta bu yörede arkeolojik kazılar yapıldığı izlenimine kapılırsınız, dikkatli baktığınızda bu alanların terk edilmiş köy harabeleri olduğunu anlayabilirdiniz.
Çocukluğumda anımsadığım kadarıyla Taş Mahallede on beş hane kalmıştı. Bu evlerin çoğu dağın eteklerine inşa edilmesine rağmen bir kaçı dağın yamacında kayaların üzerinde kalmıştı. Dağın yamacında iki ev vardı ki adeta dağ ile bu evler bütünleşmişti. Bu evlerden biri bizim evimiz, diğeri ise dağın zirvesine yakın bölümde bulunan Hıdo’nun eviydi.
Hıdo’nun evine tepeden baktığınızda yere yaslanmış bir dam, aşağıdan baktığınızda ise uçurumun üzerinden yükselen taş duvar görüntüsü veriyordu. Eve uğradığınızda dağ bölüme açılan bir kapıdan iki basamaklı merdivenle içeriye iniliyordu.
Hıdo: geniş omuzlu, iri yapılı biriydi. Birkaç kez evlenmesine rağmen evlendiği eşleri bilinmeyen nedenlerden dolayı vefat etmiş, Asmeyle yaptığı evliliğinde üç çocuk sahibi olmuştu. Dağın zirvesine yakın alanda kayaların üzerindeki evi dışında tek dikili ağacı olmayan biriydi. Köyümüzde yıllarca çobanlık yaparak yılın sonunda ölçekle hak ettiği buğdayı toplayıp eşi Asme ve üç kızının geçimini sağlamış; bin bir zorlukla büyüttüğü üç kızının büyüğünü Birivan köyüne, ikinci kızını Adana’da çalışan bir köylümüze gelin olarak vermiş ve evlendikten sonra Adana’ya gitmişti. Üçüncü kızı da köylümüze gelin verilmişti. Küçük kızı evlendikten sonra eşi onu köyde Aşağı Mahalledeki evinde bırakarak Adana’ya çalışmaya gitmişti. Hıdo halen Aşağı Mahalle ile Taş Mahallenin davar (küçükbaş hayvanlar)larının çobanlığını yaparak eşiyle yaşamını sürdürmeye çalışıyordu. Ben büyük kızlarını hiç görmediğim gibi isimlerini de bilmiyorum. Çocukluk yıllarımda hafızamda kalan silik görüntülerle küçük kızı Cemile’yi anımsıyorum.
Asme: kocasının aksine zayıf denecek bir yapıya sahipti. Yaşını tam olarak bilmiyorum ama 60-65 yaşlarında gösteriyordu. Bakımsızdı, yaşadığı sefalet, sıkıntılı yaşam koşulları onu bir hayli yıpratmış, belini bükmüştü. Yaşadığı yoksulluğu gizlemeye çalışsa da yarınların ne getireceği korkusu yüzünden okunuyordu. O komşularından ilgi görmese de; büyük küçük ayırımı yapmadan herkese saygı ve sevgisini cömertçe verebilen biriydi. Evleri tepede olduğundan komşularla da fazla ilişkisi olmuyordu. Bize daha yakın olduğundan günde birkaç kez bakraçlarını alarak evimizle harmanımız arasındadaki dar geçitten geçerek çeşmeye gidip su doldurup dönmesi nedeniyle annem bağ, bahçe ve tarlaya giderken çocuklarla ilgilenmesini tembih eder, o da ilgisini bizden esirgemezdi. O hemen her gün gelip geçerken bizi kontrol eder, sevecen tavırlarıyla bizleri uyarır evine geçerdi.
Biz çocukların oyun oynayacağı alanlar kısıtlı olduğundan çoğu kez bizim damlarda veya harmanda oynardık. O çeşmeye giderken sessiz geçip gitse de; çeşmeden dönerken yokuş tırmandığından evimizin yanında durup dinlenir ve biz çocuklarla sohbet eder, bizimle birlikte oyun oynayan çocukları da yaramazlıklarından dolayı uyarırdı. Evimizin yanında bir müddet dinlendikten sonra su dolu bakraçlarını alarak dağ yoluna tırmanır giderdi. Bizimle ilgilendiği için biz ona Asme bibi diyorduk.
Evimizin önündeki üç cephesi taşlarla örtülü ocaklarda sıcak havalarda ekmek ve yemek pişirilir, süt kaynatılır, yıkanmak için kazanlarda su ısıtılırdı. Ocaklarımızın yakınında da her zaman yakacak olarak kullanılan ve çalı, çırpılardan oluşan bir küme kırşik bulunurdu. Onlar arazilerimizdeki ağaçların budanması veya derelerin içindeki böğürtlenlerin temizlenmesi sonucu elde edilen yakacaklardı. Onlar eksilmeden yenileri getirilip üzerine istiflendiğinden her mevsim onları orada bulmak mümkündü.
Bir gün evde bulduğum bir kap kibriti çaktırmadan cebime koydum. Büyükler evden ayrıldıktan sonra kabından çıkardığım bir çöp kibriti yaktım. O yanınca anlatılmayacak ölçüde zevk duydum. Sonra bir daha, bir daha yaktım. O arada birkaç çocuk daha evimize gelmeye başlamıştı. Önce damlarımızda koşuşturduk, sonra da cebimdeki kibrit kutusunu çıkardım ve bir çöp daha yaktım. Herkesin hoşuna gitmişti. Birlikte bizim evin önündeki kırşik kümesine doğru koşuşturduk ve orada kibriti çıkararak kenara aldığımız çöpleri tutuşturduk. Yaktığımız ateş giderek harlayıp kırşiklere sıçradı. Biz çocuklar öylece durmuş sürekli büyüyen alevleri seyrediyorduk. O anda avazı çıktığı kadar bağırarak yanımıza koşan Asme bibinin sesini duydum. Nefes nefeseydi… Evine götürmek üzere çeşmeden doldurduğu su dolu bakraçlarıyla bize doğru koşuşturup, suyun tamamını yanan alevlerin üzerine döktü. Ateş sönmemişti ama alevler dinmişti. Hiç dinlenmeden çeşmeye koşuşturup bakraçlarını tekrar doldurup getirdi ve kümenin üzerine döktü. Ateş sönmüştü ama o, kan ter içerisindeydi, nefes almakta zorlanıyordu. Yere oturarak bir müddet dinlendikten sonra “Alim, Alim… Yetişmeseydim evi yakıyordun Alim!”diyerek bana bir hayli nasihatte bulunduktan sonra yarısından fazlası kullanılmış kibrit kabını elimden alarak çeşmeye doğru yollandı.
Yaşamının son yıllarında evinin çıkış kapısı önündeki kayaların ara yerlerinde bulunan toprak kümelerine bir hayli ağaç fidanı dikmişti ve üşenmeden günde birkaç kez bir kilometreden fazla yolu kullanarak çeşmeye gelip bakraçlarını doldurup, dik yokuşu tırmanarak götürüp yeni diktiği fidanların köküne döküyordu. Oysa o hastaydı, halsizdi. Bitkinliği her halinden anlaşılıyordu. Sonra çeşmeye gelmez oldu ve onun hasta olduğunu, yaşamının çoğunu yatakta geçirdiğini söylediler. Kocası Hıdo; gün doğumuyla birlikte Aşağı Mahalleden topladığı davar sürüsüne, Taş Mahallenin davarlarını da ekleyerek otarmaya götürüp, akşam gün batımıyla birlikte getirip mal sahiplerine teslim ediyor, akşamın karanlığında çeşmeye gelerek evin su ihtiyacını doldurup götürüyordu. Bakıma muhtaç eşi evde yapayalnızdı ve bakacak kimsesi yoktu. Kızlarından birinin Birivan, birinin Adana, üçüncüsünün Aşağı Mahallede olması nedeniyle yardımına gelmeleri mümkün olmuyordu. Evinin dağın zirvesinde olması nedeniyle, komşuların arada bir uğrayıp hal hatır sormaları dahi iyi niyetlerinden kaynaklanıyordu. Hele yaz aylarında hemen herkes bağda, bahçede ve tarlada kendi işlerinin peşinde koşuştururken uzaktaki komşuya uğramaya fırsatları olmuyordu.
Ben anımsadığım günden 11-12 yaşlarıma kadar kırmızı ve beyaz et yediğimde vücudumun her yanı kabarır, delicesine kaşınırdı. Ben et ve etli yemeklerden kaçmaya çalıştıkça annem, kesilen tavuğun göğüs etlerinden veya kavurmalı pişen yemeğin etli bölümünden bir miktar ağzıma tıkmaya çalışırdı. Annemin verdiği et veya etli yemeği yedikten kısa bir süre sonra vücudumun her yeri kabarırdı. Annemin “dabaz” dediği alerjik durumu kendi yöntemleriyle iyileştirmek için “çark” dediğimiz banyoda beni bakraçlar dolusu ayranla dakikalarca yıkardı.
Benim başka rahatsızlığım yoktu ama annem “oğlum ye, yemesen ayakta kalamazsın!” diyerek rahatsızlığıma durmadan çareler arıyordu. Köyümüze her gelen Dedeye, hocaya durumumu anlatarak okuyup üflemesini, köyümüzdeki ve Birivan köyündeki Ocak’lara götürerek şifa bulacağımı umuyordu.
Bir sonbahar günüydü. Rahmetli Hanife abla bize gelmişti. Sohbet sırasında bir ara Hanife abla “Asme çok hasta, yatak döşek yatıyor” dedi. Annemle ikisi uzun uzadıya Asme’nin garipliğinden, kimsesizliğinden, çaresizliğinden konuşup durdular. Sohbetin konusu dönüp dolaşıp bana gelince Hanife ablanın aniden aklına gelmiş gibi “Have, Ali gidip Asme’nin yüzüne ‘sen ölünceye kadar et yemeyeceğim’ desin. Büyüklerimiz bunun bazı hastalıklar için iyi geldiğini söylüyorlar” dedi. Annemde “denemediğimiz o kalmıştı, ben yarın gönderirim” diyerek onu onayladı.
Ertesi gün annem ayran doldurduğu küçük bakracı elime tutuşturarak; “sen bu ayranı götür Asme bibine ver. Sonra da yüzüne Asme bibi sen ölünceye kadar bir daha et yemeyeceğim de!” Ben itiraz edecek oldum ama annem gitmem için ısrarlarını sürdürünce bakracı kaptım ve dağ yoluna tırmanmaya başladım. Hıdo’nun evine gelince kapıyı açtım ve içeriye girdim. Asme bibi uzandığı yatağından doğrulmaya çalıştı ama kalkmaya gücü yoktu. “Hoş geldin Alim!” dedi. Ben yutkundum, “Asme bibi geçmiş olsun. Annem ayran gönderdi, bir ihtiyacın var mı diye sordu!” O oldukça bitkindi.“Allah razı olsun, Allah razı olsun…” diye inledi. Ben uzun süre dikildiğim yerden onu izledim. Annemin tekrarladığı sözleri söylemek istiyordum ama boğazıma bir şeyler düğümlenmişti, ağzımdan tek kelime çıkmıyordu. Neden sonra kendimi toparlayarak “Asme bibi ben gidiyorum bir ihtiyacın var mı?” diyebildim ve arkama dönerek süratle evi terk ettim. Aradan bir hafta geçmeden Asme bibi öldü.
Yıllarca her aklıma gelişinde; 5-6 yaşlarımdaki çocukluk içgüdüsüyle mi yoksa içe kapanık mizacım dolayısıyla mı söyleyemediğim sözlerden dolayı kendimi rahat hisseder, iyi ki bir densizlik yapmamışım, ölüm döşeğindeki bu muhterem kadını rencide etmemişim diye düşünürüm. Kendisini rahmetle anıyorum.
Hıdo, Asme bibinin vefatından kısa bir süre sonra Birivan köyünden kendisinin küçük kızından da küçük fakir, gariban bir kızla evlendi. Köyün çobanlığına devam etti. Hıdo’nun hastalığında sürüyü hanımı otlatmaya götürerek onun yerini doldurmaya çalıştı. Birkaç yıl sonra da vefat ederek göçtü bu dünyadan.