BU NE Dİ LA? (Bu ne diyor yahu?)
Ortaokulu bitirdikten sonra önümde iki seçenek vardı: ya yatılı bir okulu kazanarak okuyup bir iş sahibi olacaktım veya köyümde kalarak atalarımdan bize intikal eden arazileri ekip biçerek çiftçiliğe devam edecektim. Elbette okumak ilk tercihimdi. Birlikte mezun olduğumuz arkadaşlarla birlikte yatılı okulları araştırıp başvurularımızı yaparak köye dönüp annem ve kardeşlerimin yardımına koşuyordum. Köydeki iş yoğunluğundan fırsat buldukça Keban'a gelip başvurularımı takip etmeye çalışıyordum. Bu gelişlerim sırasında benden bir yıl önce mezun olan bir arkadaşımı çarşıda gezerken gördüm. Kısa kollu mavi bir gömlek, mavi bir pantolon ve ayaklarında göz alıcı ayakkabılarıyla o güne kadar görmediğim bir havası vardı. Yanına yanaşıp hangi okulda okuduğunu sordum. O havalı bir edayla Hava Assubay okulunda okuduğunu, fakat burada okumanın çok zor olduğunu, bu yıl okulda 65 kişinin “Refüze” olup kendilerini uçakların altına atmaya kalkıştıklarını söyledi. Refüze olmak ne demekti? bilmiyordum, her türlü riski göze alarak askerlik şubesine gidip müracaat için gerekli belgeleri alıp okula baş vurdum. O yaz baş vurduğum okulların imtihanlarıyla geçti. Peş peşe kazandığım okullar arasında Hava Assubay okulunu tercih ettim ve çok zor koşullarda Eskişehir'e gelerek Hava Assubay aday hazırlama okuluna kayıtların yapıldığı güne yetişebildim.
Yurdun dört bir yanından gelen yüzlerce öğrenci okulun önünde kayıt işlemleri yapılırken sıramızın gelmesini bekliyoruz. Kalabalık içende tek tanıdık yok, herkes birbirine yabancı. Bir tanıdık yüz bulabilme umuduyla kalabalığı süzüyorum, birkaç kişi babası veya bir akrabası ile birlikte geldiği halde öğrencilerin çoğunluğunda benim gibi yanlarında kimseler yok. Buraya gelenlerin çoğu en yeni ve temiz giysilerini giymeye özen göstermiş ama gariban ve yoksul aile çocukları oldukları yüzlerinden okunuyor. Kayıt işlemleri uzadıkça tedirginlikleri gözden kaçmıyor. Bu gün de kayıt yaptırmazlar ise bir gün daha otelde kalmaya, gönül rahatlığıyla bir lokantaya gidip karınlarını doyuramayacak durumda olanlar var içlerinde. Kayıt işlemleri üç gün sürdü. Kayıt işlemleri tamamlandıktan sonra okul önünde toplanarak boy sırasına göre dizildik. Giriş kapısındaki merdivenlerin başında duran bir yetkili bundan sonra askeri disiplin kurallarına uymamız gerektiğini, uymayanlar hakkında gerekli işlemlerin yapılacağını söyleyerek; “Sizler 20 bin öğrencinin arasından seçilerek buraya geldiniz, bu durumu göz önünde bulundurarak attığınız adımlara dikkat edin!” diyerek konuşmasını bitirdi. Başka bir yetkili “Geldiğiniz okullarda İngilizce okuyanlar bir tarafa, İngilizce dışında Fransızca, Almanca okuyanlar bir tarafa ayrılsın” diyerek öğrencileri önce iki gruba ayırdıktan sonra İngilizce bilenleri iki, bilmeyenleri ikiye bölerek öğrencilerden dört bölük oluşturdu ve her bölüğün yetkilisi kendi öğrencilerini alarak kayıt işlemlerini yaptıktan sonra öğrencilerin göreceği eğitim ve öğrenimi hakkında detaylı açıklamalarda bulundu. Ben ikinci bölüğe düşmüştüm, bizden sorumlu olan kişi önce bizi bir odaya götürerek eğitim elbiselerimizi ve postallarımızı teslim alarak giymemizi, üzerimizdeki sivil elbiseleri çıkararak bavullarımıza yerleştirip bavul haneye teslim etmemizi sağladı.
Bu günden itibaren okula başlamıştık, öğrencilerin tamamı elbiselerini aldıktan sonra koğuşlarımız (yatak hanelerimiz) belirlenmiş ve ilk gecemizi yeni yataklarımızda uyuyarak geçirmiştik. Yeni bir çevre, yurdun dört yanından gelen; örf ve adetleri farklı 15-16 yaşlarında yüzlerce çocuk... Artık bu arkadaşlarla günün 24 saati yatak hanede, eğitimde, yemekhanede, derste, etüde birlikte olacaktık. Ertesi günden başlayarak bir ay sürecek askeri eğitim çalışmalarına başladık. Gördüğümüz eğitimin sonunda atış sahasına götürülüp piyade tüfekleriyle yaptığımız 45 mermi atışından sonra eğitimimiz tamamlanmıştı. Masaların üzerinde çattığımız tüfekler çevresine ellerimizi koyarak yaptığımız yemin töreninden sonra asker olmuştuk.
Bundan sonra sabah kalkış saati, kahvaltı, sabah etüdü, derslere girişler, öğlen yemeği, yemekten sonra kısa süreliğine dinlenme, sonra tekrar dersler, ardından akşam yemeği ve akşam etütleri, ardından yatakhanelere geçiş... Her anın zamanı belirlenmiş, her öğrenci bu programa uymakla yükümlen dirilmişti. Akşam etütlerinin ardından 4-5 adet ikili ranzadan oluşan yatak hanede her biri yurdun farklı yerlerinden gelmiş olan arkadaşlarla kısa süren sohbetlerin ardından uykuya yatış. Askeri eğitimden sonraki öğrenimimiz öğretmenlerimiz tarafından sınıflarda verilecekti. On sınıflı okulun dördüncü kısmındaki dershanede başladığım eğitim sırasında yeni tanıdığımız ögretmenlerimizi can kulağıyla dinliyor, ders sonrası akşam yemeklerinden sonra ve sabah kahvaltısından sonra yapılan planlı etütlerde gördüğümüz dersleri sindirmeye çalışıyorduk. Derslere başladığımızda verilen bilgiye göre: ders geçme notu 100 puan üzerinden değerlendiriliyor, 60 puanın altında not alan öğrenci başarısız olduğundan ve sınıfta kalmak olmadığından “Refüze” edilerek okuldan uzaklaştırılıyordu. Nihayet “Refüze olmanın” okuldan başarısızlıktan atılmak olduğunu öğrenmiştim.
Sınıflar oluşturulurken geldikleri okullarda yabancı dil olarak İngilizce gören öğrenciler ayrı sınıflara, Fransızca ve Almanca görenler de İngilizce bilmeyenler olarak ayrı sınıflarda toplanmışlardı. Bizim sınıfımız da İngilizce bilmeyenler sınıfıydı. Bu nedenle bizler İngilizce dersine sıfırdan başlamıştık. İngilizce dersimize öğretmen olarak Yzb. Or... Gü... geliyordu. Hafta içinde gördüğümüz dersleri haftanın son İngilizce dersinde laboratuvarda tekrarlıyorduk. Laboratuvarda kulaklarımıza taktığımız kulaklıkta tekrarlanan sözleri, kulaklığa bağlı ağzımıza kadar uzanan mikrofonla tekrarlıyor, konuştuklarımız önümüzdeki teybe kaydoluyordu. Aktarılan konu bittiğinde teybi açarak karşıdan gelen sesi ve bizim yaptığımız tekrarı dinleyip mukayese ediyor, yaptığımız hataları düzeltmeye çalışıyorduk.
Sınıfta yakamıza takılı numaraya göre oturuyorduk. Laboratuvara gittiğimizde de aynı sırayla oturuyorduk, fakat herkesin oturduğu bölüm ayrı kabinden oluşuyordu. Kabinin önü cam ve kenarları cam boyunda muhafaza edilmişti. Bir gün laboratuvar dersinde kulaklığa gelen İngilizce sesleri tekrar ederken sol tarafımda oturan Malatya’lı hemşerimiz Zeki kabinden başını uzatarak “Bu ne di la?” deyince dersin ana kumanda teybinin başında bulunan öğretmen kulaklarımıza gelen sesi kapatarak sert bir ses tonuyla “Konuşanlar buraya gelsin” diye bağırdı. Kimse yerinden kıpırdamayınca o eliyle işaret ederek sırayla Zeki, ben, Saim ve Atillayı yanına çağırdı ve sesini yükselterek asabi ses tonuyla “Kim konuştu?” diye bağırdı. Zeki Malatyalıydı. Saim İzmitli ve Atilla İzmirliydi. Her birimiz ayrı bir kentten buraya gelmiştik. Sınıfta aynı sırada, yatakhanede aynı koğuşta kalıyorduk. Başlangıçta kimse konuşanı ele vermek istemedi, fakat öğretmen çok sinirliydi, sesini daha da yükselterek “Hanginiz konuştu?” diye bağırınca Atilla kısık bir ses tonuyla: “Efendim bunlar birbirlerine ‘Bu ne di la’ dediler!” Öğretmen söyleneni anlamamıştı, sesini daha da yükselterek “Ne diyorsun sen?” diye bağırınca, Atilla birkaç kez daha aynı sözleri tekrarladı ve nihayet öğretmen konuşanları anlamış olacak ki; önce Zeki’ye sonra da bana var gücüyle yüzümüze öyle iki sille patlattı ki acıdan gözlerimden şimşekler çaktı ve yere devrildim.
Devrildiğim yerden kalkmaya çalışırken kolumdan tutarak, sanki dövdüğünden dolayı pişman olmuş izlenimi vererek “Evladım ne dediğini dinleyip öğreneceksiniz, dinlemeden öğrenemezsiniz, geçin oturun yerinize.” Ben konuşmamıştım, bu olayda hiç suçum yoktu. Zeki'nin tebessüm edelim diye söylediği bir cümle ikimizin cezalanmasına neden olmuştu.
Bu suçsuz olduğum halde başıma gelen ilk cezalandırma olayı değildi. Ortaokul birinci sınıftayken bir Pazartesi günü 22 km. Yolu yaya yürüyerek köyden ilçeye gelip okulda derse zar zor yetişmişim. Derste oturduğum sırada yorgunluğumu gidermeye çalışırken öğretmenin içeriye girmesinden sonra Doğan Turan'ın bana sorduğu soru sonrası Doğan'a doğru dönmemle birlikte öğretmenin “Buraya gel ulan!” diye bağırması sonucu yanına gittiğimde yediğim dayak sırasında burnumdan fışkıran kan saatlerce dinmemişti. Her iki olayda da “Suçum yoktu neden dövdünüz?” deme cesaretini gösterememiştim. Bu gün hala o anılar içimi acıtarak hafızamda silinmeden tap taze durmaktadır.
Bu dört arkadaşımla da iyi arkadaşlık ilişkilerimiz oldu. Okulun son günlerinde belki de elinden olmayan nedenlerden dolayı benden alıp okuduğu bir kitabımı tamamen yıpratmış olarak bana getiren Saim ile küçük bir kırgınlığımız oldu. Meslek okullarına ayrıldığımızda Saim ve ben İzmir/Gaziemir’deki Hava Teknik Okullarına, Zeki ve Attila meslek eğitimleri için ayrı şehirlere gittiklerinden tamamen birbirimizden koptuk. Zeki ve Atilla ile bu güne kadar hiç karşılaşmadık. Saim’in branşı ayrı olmasına rağmen İzmir/Gaziemir’de Hava Teknik okullarında birbirimizden uzak olmayan sınıflardaydık buna rağmen birbirimizi gördüğümüzde konuşmadan geçip gidiyorduk. Okullarımız bittikten sonra meslek yaşamımızın büyük bir bölümünde aynı birliklerde yan yana çalıştık, okul sıralarında süren kırgınlık bitmişti, üstelik arkadaşlıktan öte iyi birer dost olmuştuk. Onlara ve diğer dostlara selamlar...