GALİP HOCA
1991 yılı Ağustos ayında tatilimizi geçirmek üzere Anamur’a gittik. Burada kaldığımız günlerde sabah erken kalkarak hanımla birlikte sahil boyu yürüyüş yapıyorduk. Bir sabah sahilde yürüyüş yaparken az ileride iki site arasındaki boş alanda bir tabelada “Kooperatifimize sınırlı sayıda üye kaydı yapılacaktır” ibaresiyle karşılaştık. Gidip Yöneticileriyle görüştüğümüzde onlar; üye olma koşullarını, ödenecek aylık üye aidatlarını anlattılar, ödeme koşulları gayet uygundu. Onlara:
“Bu kooperatif ne zaman biter” diye sorduğumuzda:
“Önümüzdeki hafta içinde inşaatların temellerini atacağız, arsa sahipleriyle yaptığımız sözleşmeye göre dairelerin tamamını en geç 1994 yılı başında teslim edeceğiz. Buyurun sözleşmelerimiz burada; daireleri 1994 başında teslim etmediğimiz takdirde çok büyük bedeller ödemek zorunda kalacağız. hedefimiz 1993 yazında tüm daireleri teslim etmek.” Diyerek çok iddialı konuşmuşlardı, hemen üye olduk. Sözlerinden durmuşlardı, daha biz Anamur’dan ayrılmadan inşaatın temelleri kazılmaya başlanmıştı.
Aidatlarımızı aksatmadan ödedik, her yıl yapılan Genel Kurullara katılarak Yönetim
kurulunun faaliyet raporlarını dinleyerek yeni belirlenen aidatları aksatmadan yatırmaya devam ettik. Yaz aylarında Anamur’a her gidişimizde inşaat alanına koşuyorduk ama hiçbir faaliyet yoktu. Böylece yıllar geçti Yönetim Kurulu üyeleri değişti, değişimler çözüm getirmeyince daha fazla bedeller karşılığında kooperatifin yapımı bir müteahhitte verildi. O da inşaatların bitirilmesinden umudunu kesen üyelerin dairelerini satarak kaçıp gidince evlerimizi kendi imkanlarımızla yapmak için kolları sıvamak zorunda kaldık.
Bu kargaşa devam ederken 2000 yılına girmiştik. Bir gün ben inşaat alanında dolaşırken adının Müslim olduğunu söyleyen biri yanıma gelerek; bu kooperatifin Müteahhittin den aidat ödemesiz bir daire aldığını, Yönetimin kendisinden üye olup ödemediği borçlarını ödemesini istediğini, daireyi satan Müteahhitti bulamadığını söyleyerek yardımcı olmamı istedi. Alıp kooperatif yönetimine götürerek kendisine yardımcı oldum. Artık her sorununda bana gelip danışır olmuştu; dairelerimizi kendi imkanlarımızla tamamlamıştık ama arsa sahipleriyle süren sorunlar nedeniyle tapularımızı ancak beş yıl sonra alıp evlerimize taşınabildik. Evlerimize yerleştikten sonra Müslim bey ile ailece görüşmeye başlayıp samimi birer komşu ve dost olduk.
Birgün akşam oturmasına gittiğimizde Müslim beyin bizden önce gelmiş 1.70 boyunda kır saçlı bir misafiri daha gelmişti. Müslim bey hal hatır sormadan önce misafirini tanıtmayı uygun gördü.
“Bu kirvem Galip Hoca. Galip Hoca Malatya, Arguvan'lı."
Karşılıklı hal hatır sorduktan sonra Galip Hocaya mesleğini sorduğumda Emekli öğretmen olduğunu söyledi ve devamında uzun yıllar Anamur’da ikamet ettiğini, bir sokak arkadaki sitede kendi dairesinde oturduğunu söyledi. Öğretmenliğe Anamur’da mı başladınız? diye sorduğumda o:
“Hayır. Ben Anamur’a emekli olduktan sonra taşındım.”
“Az önce Anamur’da uzun zamandır oturduğunuzu söylediniz, buralara nasıl geldiniz?”
“Eşim de öğretmendi, tek çocuğumuz olan oğlumuz Hacettepe tıp fakültesini kazandığında eşimle oturup karar verdik, emekli olup Ankara’ya gidelim dedik. Fakat, oğlumuz yurtta kalacağını söyleyerek rahatımızı bozmamamızı istedi. Oğlumuz okula başladıktan iki yıl sonra emekli olduğumuzda kendimizi boşlukta hissetmeye başladık. Geçmişte bir haftalığına Anamur’da tatil yapmıştık; buranın sahiline, sakinliğine hayran kalmıştık. Hanımın tavsiyesiyle çıkıp geldik buraya, bir süre öğretmen evinde kaldık; ardından buraya yerleşmeye karar verdik. Ben buraya geldikten sonra bir süre emlakçılık işi yaptım, emlakçılık yaparken herkes Galip Hoca diye hitap ettiklerinden Galip Hoca ismi benimle özdeşleşti. İki yıl önce eşim vefat edinceye kadar bu işi sürdürdüm. Şimdi evde kitap okuyarak, yaşamımı yazmaya çalışarak vakit geçirmeye çalışıyorum.”
Galip Öğretmenle sonraki günlerde sık sık sahilde veya evlerde bir araya gelerek görüş alış verişlerinde bulunmaya devam ettik. O, bilgili, birikimli, ileri görüşlü, açık düşünceli biriydi. Onunla yaşam koşullarımız, çocukluğumuzdan günümüze ülkenin değişen koşulları, meslek yaşamımız ve ülkenin siyasi oluşumları üzerinde konuşmaktan zevk alıyorduk. Onla sohbet ederken vaktin nasıl geçtiğini fark edemiyordum. Bir gün sohbetin konusu çocukluk anılarına kayınca o:
“Çok, çok zor bir yaşamım oldu. Tek göz bir dam evimiz vardı ve evin bir köşesini babam bir duvarla kapatarak sahip olduğumuz birkaç koyunumuzu koyuyordu. Biz hayvanlarla aynı kapıdan içeriye girip çıkıyorduk. Annem ve babamla birlikte yedi nüfus havalar ısınınca damda yatıyorduk. Havalar soğuduğunda evin içinde üst üste yatmaya çalışıyorduk.” diyordu. Onun çocukluk yaşamı benden pek farklı değildi. Onun anne babası kardeşleri bir arada yaşamışlardı ama, geçim sıkıntısı nedeniyle başta çobanlık olmak üzere her işin içinde ezilerek çıkmıştı. Kendisine:
“O zor koşullara rağmen baban seni okutmuş” diyecek oldum, o:
“Babam okutmadı; ben on yaşıma girdiğimde köyde okul açılacağını, köydeki tüm çocukların okula zorunlu kaydedileceği söylendi. Alelacele harabe bir dam evi onarılarak okula çevrildi. Köye gönderilen bir eğitmen ev ev dolaşarak askerlik yaşının altındaki çocukların kaydını yapmaya başladı. Okul açıldığında köyden askerliğini yapmamış bütün çocuklar okulda toplandık. Eğitmen öğretmen askerliği yaklaşan bir iki kişiyi evlerine gönderdikten sonra bizi dışarıda toplayarak birer birer isimlerimizi sorduktan sonra ‘Babalarınıza söyleyin en kısa sürede ilçeden kitaplarınızı, defterlerinizi, kalemlerinizi alsınlar ve nüfus cüzdanı olmayanların nüfus cüzdanlarını çıkarsınlar alıp gelin okula. Haftaya kadar her şeyiniz hazır olsun.’ Okul olarak ders göreceğimiz dam evine girdiğimizde ne masa, ne sıra, ne de karatahta vardı. Evden getirdiğimiz birer mindere oturarak ders gördük. Ben böyle bir damevinde okula başladım.”
“Büyüklerimizin anlattığına göre bizim köyde de anlattığınıza benze okul açılışı olmuş. Bizim köye öğretmen olarak gelen Eğitmen ikinci sınıftan sonrasına bu iş beni aşar diyerek üçüncü sınıfa geçenleri evlerine göndermiş; yoksa sizin köyde de böyle mi oldu?”
“Bizde öyle olmadı. Köyümüzde okul 1935 yılında açıldı. Okul açıldığında yanılmıyorsam yirmi civarı öğrenci okula başladık, okul bitinceye kadar aynı öğretmen bizi okuttu ve sekiz kişi bitirdik. Okulu bitirenlerin üçü kız, beşi erkekti. Biz okulu bitirir bitirmez köye gelen kravatlı birkaç kişi okulu bitiren öğrencileri toplayıp Akçadağ’da yeni açılan Köy Enstitüsüne götürmek istediklerinde kız babaları kızlarının evlenme çağına geldiğini söyleyerek kızlarını göndermediler. Biz beş erkek Akçadağ Köy Entitüsünün ilk öğrencileri olduk. Ailelerimizden ayrılmıştık, okulun yeni açılması nedeniyle çok sorunları vardı ve çok yoruluyorduk ama rahat yatacağımız bir yatağımız, karnımızı doyurduğumuz yemeklerimiz, temiz bir okuldu ve her konuda bize destek olan kaliteli öğretmenlerimiz olmuştu.”
“Köy Enstitüsünü bitirdikten sonra nereye tayin oldunuz?”
“Okulu bitirdikten sonra Hakkâri’nin bir dağ köyüne tayin oldum. Burada çok zor koşullarda iki yıl çalıştıktan sonra tayinimi istedim. Tayinim Bingöl’ün bir dağ köyüne yapılmıştı, bizim köye yakın başka bir köye tayin olan Emine isimli bir bayan öğretmenle sık sık görüşmeye başladık. Emine öğretmen Muş’luydu köylülerle daha iyi iletişim kurmuştu. Ben burada üç yıl çalıştıktan sonra şehir sıramız geldiğinde Genç ilçesi merkez okularına tayinimiz yapıldı. O yaz Emine öğretmenle evlendik ve yaklaşık bir yıl sonra oğlumuz Ali dünyaya geldi, burada altı yıl görev yaptık. Oğlumuzu zor koşullarda büyütmeye çalışıyorduk. Karım oğlumuzun büyük bir şehirde eğitime başlamasını istiyordu, oturup karar verdik ve Malatya’ya tayin istedik. Anlayacağınız ben öğretmenlik hayatımın tamamını Doğuanadolu’nun köylerinde geçirdikten sonra Maltya Merkez okullarına gelebildim ve Malatya’da mesleğimi tamalayarak emekli oldum.”
“Oğlunuz tıp fakültesini bitirdi mi? Tek çocuğunuz mu var?”
“Evet tek çocuk. O zor koşularda çalışken ikinci bir çocuğa bakamazdık. Oğlumuz okulunu bitirdi İç hastalıkları ihtisasını yaptı. Aynı okulda okudukları bir kız arkadaşıyla evlendi, karısı da kendisi gibi İç hastalıkları uzmanı. Malatya'da yeni yapılan sitenin birinde evlerini de aldılar, iki çocuklarıyla mutlu bir yaşamları var. Bazen yaz aylarında gelip burada bir hafta, on gün tatil yapıp gidiyorlar.”
Bir yaz sahilde onu oğlu, gelini ve iki torunlarıyla görünce yanlarına yanaşarak kısa süreliğine sohbet ettik. Oğlu da gelini de mükemmel insanlardı. Torunları onun seksenlik yaşına enerji katmışlardı. 2021 ekim ayında rahatsızlığım nedeniyle Anamur’dan ayrılırken o doksan yaşını aşmıştı ama yaşına göre dinçti; her sabah erkenden yürüyüşünü yapar, denizde yüzerek eve dönüp kahvaltısını yapardı. Biz Ankara’ya dönerken tekrar görüşmek dileklerimizle ayrıldık. Yaklaşık ayda bir telefonla görüşerek hal hatır sormayı ihmal etmedik. 2023 nisan ayında kendisini birkaç kez aradığımda cevap alamayınca kirvesi Müslim beyi arayarak durumunu sorduğumda;
“Ali bey sen duymadın mı biz Galip Hoca’yı kaybettik.”
“Hayır duymadım, ne zaman vefat etti?”
“6 şubat, Kahramanmaraş Hatay depreminde çocuklarından haber alamayınca Malatya’ya gitti. Malatya’ya vardığında oğlunun oturduğu sitenin çöktüğünü görünce perişan olmuş. Yıkıntının altından kimse sağ çıkmamış, Galip Hoca yıkıntının önünde kalp krizi geçirerek yığılıp kalmış, biliyorsun yaşlıydı. Onu hayata bağlayan oğlu, gelini ve torunlarıydı, hepsi birlikte yok oldular Allah rahmet eylesin!”
İnsanların kontrolu dışında gerçekleşen felaketler, çoğu kez genç yaşlı ayırımı yapmadan onlarca insanın sonunu belirleyebiliyordu. Galip öğretmen de bu felakette oğlu, gelini ve torunlarının uğradıkları felaketi gördükten sonra dayanamayarak onların peşi sıra göçmüştü bu dünyadan nur içinde uyusunlar. 06.11.2025/Ali Oğuz