TAVUK TÜYÜ
Ülkemizde 24 kasım öğretmenler günü, bu vesileyle eşimin yaşadığı bir anıyı aktarmaya çalışırken; başta öğretmen olan eşim ve akrabalarım olmak üzere topluma eğitim ve sevgi sunan, yol gösteren tüm öğretmenlerimizin, öğretmenler gününü saygıyla kutluyorum.
Yaşanmış gerçek bir öykü. Yazıda kişi ve köy isimleri yazılmamıştır.
Balıkesir’in uzak bir köyünde göreve başladıktan bir yıl sonra eşim Merzifon’a tayin olunca ben de eş durumundan oraya tayinimi istedim. Merzifon’a geldiğimizde Milli Eğitim Müdürlüğü tayinimin merkez köylerin birine yapıldığını bildirdi. Aynı köyde birkaç yıldır görev yapan bir bayan öğretmenin çalıştığını söylediler. Kısa sürede birlikte çalışacağımız öğretmeni araştırıp buldum. Köy hakkında bilgi istediğimde o:
“Köy, Merzifon’a 25-30 km. Mesafede, Samsun’a giderken yolun sol tarafında dağın yamacında, problemsiz bir köy,” dedi ve devam etti: ,
“Köy fazla uzak değil ama, köye giden herhangi bir vasıta olmadığı için ulaşım problemi var. Okullar açılmadan bir araya gelip ulaşım sorunumuzu hal yoluna koymamız gerekiyor” dedi.
1970’li yıllarda köylere ulaşım çok zordu; o köyleri ilçeye ulaştıran minibüsler yoktu, biz araştırmalarımızı sürdürürken eşimin bir arkadaşının kayınpederinin ticari taksisinin olduğunu öğrenince gidip kendisiyle konuşmaya karar verdik. Yanına vardığımızda o bizi nezaketle karşıladı.
“Çekinmeyin, buyurun oturun benim de üç kızım var” diyerek bizi rahatlatıp yer gösterdi. Ben, damadının eşimin arkadaşı olduğunu, eğer kabul ederse bizi sabah köye bırakıp akşamları almasını söyleyince o:
“Kızım, akşama kadar bu durakta bekliyorum, Merzifon küçük yer pek müşterim olmuyor sizi memnuniyetle köye götürüp getiririm. Arada bir uzaktan gelen müşterilerim oluyor, onları götürüp bıraktığım günler sizi güç durumda bırakmamaya çalışırım.”
“Peki bizi aylık kaç liraya götürüp getireceksiniz?”
“Kaç kişisiniz?”
“Gördüğün gibi iki bayan öğretmeniz.”
“O yöne gidecek bir veya iki öğretmen daha bulabilirseniz uygun fiyatta anlaşırız, bulamasanız her birinizden 300 lira alırım.”
“Biz 500 lira maaş alıyoruz, 300 lirayı size verirsek biz neyle geçineceğiz?”
“Kızım iki kişisiniz, aşağısı kurtarmaz ama damadım ısrarla bu işi kabul etmemi istediği için olabilecek son fiyat, aylık 250 lira olur. Yalnız, arada bir Çorum veya Suluova’ya, Amasya’ya müşterim çıkıyor alıp götürüyorum. Ben sizi sabahları götürürken problem olmaz ama, buralara müşterim çıkarsa ben gittiğim yerden dönünceye kadar köyde mahsur kalırsınız. Düşünün taşının karar verin.”
“Siz dışa gittiğinizde yerinize başka birini gönderemez misiniz?”
“Dışa her zaman müşteri çıkmıyor, çıktığında da o kişilerin acil işleri oluyor, o anda kimi bulayım? Durumum bundan ibaret.”
Mecburen kabul etmiştik.
Okulların açıldığı ilk gün köye giderek görev taksimi yaptık; ben 1,2,3.cü sınıfları, diğer öğretmen 4 ve 5.ci sınıfları aldık ve çocuklarla tanışarak derse başladık.
Köy güzel bir köydü. İnsanlar fakirdi, kadınlar sabahları büyük baş hayvanların peşinde dolaşarak onların mayıslarını(Dışkılarını) toplayıp samanla karıştırarak duvarlara yapıştırıp tezek yapıyorlardı ama, hepsi temiz insanlardı. Yaz kış demeden her hafta sonu traktörün arkasına bağlanan römorka doluşan çoluk çocuk Merzifon’a hamamlara gidiyorlardı. Bunu alışkanlık haline getirmişlerdi, kışın eksi 20 derecelere düşen soğuklarında dahi hamamlarından vazgeçmiyorlardı. Kendilerinin de çocuklarının da yanaklarından kan damlayacak gibiydiler.
Burada göreve başladıktan kısa süre sonra çocukların yetiştikleri ortamı görmek üzere farklı günlerde aileleri ziyaret etmeye başladım. Her gittiğim evde beni sevgiyle karşıladılar, evleri ve evlerindeki eşyaları tertemizdi. Okula gelen öğrencilerimizin de üst başları temizdi. Öğrenci ve aileleriyle herhangi bir sorunumuz yoktu, tek sorunumuz arada bir okul bitişi aracımızın gelmeyişi bizi zora sokuyordu. Aracımızın gelmediğini gören hanımlar ısrarla “Hoca Hanımlar yollarda perişan olursunuz gelin bu gece burada kalın” diye ısrar etseler de biz yürüyerek Samsun yoluna iniyor, yolda durup bizi Merzifon’a kadar götürecek bir vasıta buluncaya kadar yol boyu yürüyorduk.
Bu köy ilkokulunda göreve başladıktan yaklaşık bir ay sonra okul önüne yanaşan pikaptaki bir görevli bizi çağırarak Marshall yardımı kapsamında verilmiş kutular dolusu süttozu ve peynirleri teslim edip gitti. Giderken de:
“Bu süttozlarını süte çevirerek çocuklara içireceksiniz!” dedi.
Okulun bitişiğinde bulunan ve öğretmen lojmanı olarak yapılmış kullanılmayan boş odaya malzemeleri taşıdık. Ertesi gün beslenme saatinde süttozlarından hazırladığımız sütü çocuklara dağıttık fakat, hiçbiri ne süte ne de peynire el sürmediler. İçlerinden birkaçı öne çıkarak:
“Öğretmenim bizim ineklerimiz var, evimizde süt de peynir de çok siz bunları ihtiyacı olanlara gönderin” dediler. Güç durumda kalmıştık. O akşam Milli Eğitim Müdürlüğüne uğrayarak çocukların söylediklerini aktardığımızda yetkili kişi “Bunlar bir şekilde kullanılacak” diyerek kestirip attı.
Ertesi gün okula geldiğimizde süttozu ve peynir kutularının hepsinin delindiğini, kutulardan yerlere aktığını görünce çocukları birer birer sorgulamaya çalıştık. Dördüncü sınıfta bulunan bir öğrencimizin biz okuldan gittikten sonra pencereden girerek bu işi yaptığını öğrendik. O öğrencimiz evinin tek çocuğuydu isyankar ve inatçı, dik başlıydı, ailesine haber vererek bir tutanak hazırladık ve okul dönüşü Milli Eğitim Müdürlüğüne teslim ettik. Bir sonraki gün öğrencilerin annelerini okula çağırardık:
“Hanımlar, Milli Eğitim bu süt ve peynirler kullanılacak diyor, çocuklarınız sütü içmiyor, peyniri yemiyorlar. Benim size bir önerim var: bunları size dağıtacağız siz, unla karıştırarak küçük boyda ekmek yapın çocukların çantasına koyun beslenme saatinde çocuklar yerler.” Kadınlar bu öneriyi kabul edince her aileye eşit şekilde taksim ettik, onlar kendilerine verdiğimiz ürünleri ekmeğe dönüştürünce birkaç ayda tüketildi.
Merzifon'da kışlar çok soğuk geçiyordu, bizi getiren araç okula kadar çıkamadığı için köyün girişinde bırakıyordu. Köyün girişiyle okul arasında bir hayli mesafe vardı, biz okula gelinceye kadar ellerimiz ve ayaklarımız soğuktan uyuşuyorlardı. Fakat, o yıllarda ücretini Milli Eğitimin mi köylünün mü ödediğini bilmediğim bir görevlimiz vardı; okulu silip süpürüyor, sobalarımızı yakıyordu. Her sınıfta teneke bir soba ve yakacağımız çalı çırpının dışında en lüks yakacağımız tezekti ve doğru dürüst sınıfı ısıtmıyordu. Kış aylarında okula gelir gelmez yanan sobanın önünde ısınmaya çalıştıktan sonra derse başlıyorduk. Bugün metropol şehirlerimiz okullarında temizlik görevlisinin bulunmamasından kaynaklanan okullarımızın içler acısı durumlarını gördükçe geçmişin Milli Eğitiminin neler başardığını daha iyi anlayabiliyorum.
Soğuk ve dondurucu kış aylarını geride bırakıp ilkbahara ulaştığımızda havalar ısınır ısınmaz birkaç ağaçlık alana çocukları götürerek hem derslerimize devam edip hem de piknik yapaya başladık. Piknik yapılacağı gün öğrenciler semaverlerini kapıp geliyorlardı, piknik alanına varır varmaz hemen çaylarını demliyorlardı. Bir akşam üstü öğrencilerim ertesi gün yine pikniğe gidelim diye tutturunca ben:
“Ben buraların yabancısıyım, gidecek yeri siz belirleyin” dedim. Öğrenciler sözleşmiş gibi bir ağızdan:
“Öğretmenim, hemen şu dağın ardında bir komşu köyümüz var, köylüleri de orada okuyan çocukların çoğunu da tanıyoruz o köye gidelim.”
“O köye gideceksek birinin gidip haber vermesi gerekiyor, ayrıca o köye vasıta yok nasıl gideceğiz çocuklar?”
“Köy çok yakın yürüyerek gideriz öğretmenim.”
Çocuklardan birinin okul çıkışı gidip öğretmene haber vermesi koşuluyla ertesi gün komşu köye gitmeye karar verdik. Sabah yoklamasından sonra yürüyerek gittik o köye; hemen çocuklar birbirleriyle kaynaşıp oyunlar oynarken okulun genç öğretmeninin huzursuz hali ve sıklıkla okul lojmanına gidip her seferinde telaşlı ve üzgün bir ifadeyle dönüşü ilgimi çekince dayanamadım kendisine sordum:
“Huzursuz bir haliniz var, gelişimizden rahatsız mı oldunuz?”
“Hayır Hoca hanım, karım rahatsız ama ben bir şey yapamıyorum” dedi.
“Nesi var?”
“Kanaması var.”
“ Mahsuru yoksa gidip bakabilir miyim? Belki bir yardımım dokunur.”
“Yanına uğrarsanız memnun olurum.” deyince lojmana yöneldim. Odaya girdiğimde küçücük bir kız çocuğu ve benim yaşlarımda bir kadınla karşılaştım. Kadın uzandığı yerden kalkarak beni karşılamak isteyince müsade etmedim. Yanına yanaşarak sağlık durumunu sorduğumda o:
“Çok kötü kanamam var” dedi.
“Hamileydin çocuk mu düşürdün?” diye sordum. O, ağlamaklı bir ifadeyle;
“Kızım çok küçük, ikinci çocuğa hamile kalınca doğurmak istemedim. Onu düşürmek için günlerce hoplayıp durdum, kendimi yerden yere attım ama çocuk düşmedi. Çaresizlikten köyün tecrübeli kadınlarına sordum, tavuk tüyüyle çocuğu düşürebilirsin dediler. Çocuğu düşürdüm ama iki gündür kanamam kesilmedi.”
Bir öğretmen eşinin böyle çağdışı yöntemle çocuğunu düşürmesi karşısında şaşkına dönmüştüm.
“Sen nasıl böyle bir çılgınlığa kalkıştın,” diye sitem ettim ve:
“Kocanın yaptıklarından haberi var mıydı?” diye sorduğumda o başını sallayarak kocasının yapılanlardan haberdar olduğunu onayladı.
Sadece ilçeye 30, 40 km. Mesafedeki bir köyde karşılaştığım bu olay beni öğretmenliğimin ilk yıllarında hayal kırıklığına uğrattı. İnsanlarımızın çaresiz kaldıklarında neler yapabildiklerini gördüğümde hayal kırıklığı yaşamıştım ama sonraki yıllarda daha kötü olaylarla karşılaştım. Merkeze yakın bir köyde böyle çağdışı bir olay yaşanıyorsa kuş uçmaz kervan geçmez köylerimizde kim bilir neler oluyordu.
Piknik yapmak için gittiğimiz bu köyde karşılaştığım bu olay kadınlarımızın yaşadığı sorunların bir örneğiydi, sizlerle paylaşmak istedim.